Diyelim ki şanslı insanlardan oldunuz ve oraların en güzel zamanı olan baharda Bologna’ya uçak bileti aldınız. Oradan da trenle Floransa’ya geçip Floransa’yı adım adım keşfedeceksiniz. Ben bu muhteşem iki şehre değil de arasında kalan, Toskana vadisinin el değmemiş güzellikleri ile dolu, uğrayabileceğiniz iki küçük kasabadan bahsetmek istiyorum.
Toskana vadisi aslında Siena, San Gimignano vb. gibi turistik kale-köylerle ünlenmiş durumda. Her biri de muhteşem ötesi ama turist kalabalıkları da ayrı haber konusu tahmin ettiğiniz üzere!
Benim aşağıda önerdiğim bu iki kale-köyde ise turistlerin olmadığı, hakiki Toskana yaşamını görebileceğiniz güzelliğe ve sadeliğe sahip. Özellikle yalnız seyahat edenlere, kafa dinlemek isteyenlere bire bir!
Sonrasında da Floransaya devam eder ve halkın arasına tekrar karışabilirsiniz 🙂
Borgo San Lorenzo
Bologna’dan – Borgo San Lorenzo’ya trenle ortalama 2 saat süren bir yolculuk ile ulaşabilirsiniz.
Borgo San Lorenzo için konaklama önerisi: Hotel Locanda Degli Artisti
Borgo San Lorenzo, yeşil Toskana bölgesinin hem kalbi hem de en eski kale-köylerinden biri. Toskana vadisinde bu tarz kale köyler ortaçağ yaşam klasiği olarak nitelendiriliyor. Etraflarında kale duvarı var. İçinde de küçük küçük evler, yeşil panjurlar, gözetleme kuleleri, çan kuleleri, dar sokaklar ve kale kapıları geçitleri var. Hemen hemen hepsi hala tüm ihtişamıyla dimdik ayakta. Borgo San Lorenzo bu tip orta çağ köyünün restore ederek korunduğu ve içinde hala yaşam olan en güzel örneklerinden…
Bu kasabada kahve barında kalabalıkların arasından süzülüp “uno espresso per favore” ile kahvaltı keyfi yapabilirsiniz.
Marradi
Bologna’dan-Marradi’ye trenle ortalama 1.30 saatte ulaşabilirsiniz.
Marradi için konaklama önerisi: Palazzo Torriani
Marradi de yokuşları bol olan şirin mi şirin bir kale köy. İtalyan dağ bisikletçilerinin iyi bildiği bu kasaba çeşitli zorluk derecelerine sahip dağ bisikleti rotaları sunmakta. Yukarıda tavsiye ettiğim otel olan Palazzo Torriani bu kasabaya başlı başına bir seyahat sebebi. Tam 500 yıllık bir bina! Sahibi Anna Maria da tatlılığı, güzelliği ve kibarlığı ile nam salmış kusursuz bir İtalyan hanımefendisi. Michelin yıldızlı restoranların hepsine taş çıkaracak nitelikte ıspanaklı tortellini ve mürver çiçeği kızartması burda tadabilirsiniz.
Borgo San LorenzoBorgo San LorenzoBorgo San LorenzoBorgo San LorenzoBorgo San LorenzoBorgo San Lorenzo kahvecisi, yer bulmak ne mümkün!MarradiMarradiPalazzo Torriani içinden bir görünüm.MarradiNom nom, ıspanaklı tortellini…Mürver çiçeği kızartması
Son bir haftadır İstanbul sıcaklık üstüne sıcaklık rekorları kırıyor. Esmiyor, bir türlü esmiyor..
Sıcak havada klima altında bile terlerken bari aşırı üşüdüğüm, kemiklerimin soğuktan titrediği rotaları hatırlayayım, fotolarına bakıp serinleyeyim, bu rotaları da paylaşayım istedim.
İşte buz gibi iç soğutan rotalar:
Annapurna Base Camp ve Thorung La Geçidi
Bu Annapurna Çevresi yürüyüşnde en zorlu etap olan Thorung La Geçidinden ilerlerken yanımda balaklava taşımamış olduğumdan takmamıştım. Yüzümün etrafında bulunan her türlü sıvı: kirpiklerim, burun etrafı buzla kaplandı. Kardan adam gibi bişey oldum 🙂 Şimdi ise fikri çok serinletici geliyor. Yukarıda Annapurna dağının dağ tırmanışı etabı başlangıç noktasını görebilirsiniz. Dağın yukarı doğru giden kesimini büyüklüğünden ve ihtişamından dolayı fotoğraflamak mümkün değil. Sol tarafta dağı seyreden minicik insanları gördünüz mü?
Kemik titreten Stokholm
Bir Aralık günü ziyaret etme şansına eriştiğim Stokholm’de bu kareyi sabah saat 10 civarlarında çekmiştim. Buradaki soğuk dağ soğuğundan çok farklı. Doğrudan cildinize temas edince yakan, kemiğinizi titreten bir soğuk bu…Böyle yavaş yavaş işliyor. Dışarıda maksimum 3 saat civarında kalabiliyor sonra mutlaka sıcak kahve veya benzeri bişey içmek için kapalı alana giriyordum. Tabi Stokholm sporcuları bu karanlık zamanda bile şortla dışarı çıkıp koşuyor.
İrlanda – Cliffs of Moher Rüzgarlı Soğuğu
Buraya da hangi mevsimde giderseniz gidin soğuk denizlerden esen soğuk rüzgarlar olduğundan kulaklarınıza müzik yapan soğuk size eşlik edecek. Bu soğuğu çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim zira kulaklarınızı kapatmazsanız sonrasında acı duymanız olası. Ancak şimdi bu soğuk esinti , yeşil ve donuk mavi manzara çok cazip geliyor.
Norveç -Finse ve Gudvangen Dingin Soğukluğu
Finse 1222 metre – Oslo Flam tren yolculuğunun en yüksek noktası
İşte bana göre soğuğun en güzel hali Norveç. Aşırı üşümeden, rüzgarsız, sakin, dingin bir soğuk vardı Oslo-Flam yolculuğum boyunca. Fırsatım, zamanım ve param olsa yaz aylarını geçirmek isteyeceğim bölge kesinlikle bu civarlar olurdu.
Uzun zamandır Toskana kırsalını, tepelerini, servilerini ve tarihi kasabalarını görme hayalleri kuruyordum. Floransa’nın başkent sayılabileceği Rönesans’ın ana vatanı diyebileceğimiz İtalya’nın kuzeyinde yer alan Toskana vadisi; yeşil panjurlu binaları, doğa harikası manzaraları ve şirin kaleli kuleli köyleri ile Ortaçağ yaşamına kapı aralıyor.
Toskana vadisi bir iki saat mesafe ara ile birbirinden güzel rotaları barındırıyor: 294 basamaklı Pisa kulesi, şarap cenneti Siena, kuleleriyle ünlü kale-köy San Gimignano, Bahçeleri ile ünlü Lucca, ortaçağ yaşam klasiği olarak nitelendirilen Monteriggioni. Bu rotalar öyle ünlenmiş ki güneşin kendini göstermeye başlamasıyla bölge adeta ziyaretçi akınına uğruyor.
Size anlatmaya çalışacağım rota olan Mugello vadisi, Toskana vadisinin Umbria sınırına gelmeden, Apenini dağları eteklerindeki son Toskana vadisi oluyor. Henüz uluslararası turistlerin akınına uğramamış bir bölge olduğundan diğer Toskana kasabalarına göre daha sakin ve daha İtalyan bir hava taşıyor. Bu bölgede de elinizi sallayınca tarihe ve doğaya çarpıyorsunuz. Mutfak ise yanında hediye geliyor. Doğası yemyeşil, tarihi köklü ve korunmuş, mutfağı da parmak yedirtecek cinsten. Daha ne ister ki insan! Şimdilik bu bölgeye sıcak havalardan kaçan İtalyanlar ve Toskana vadilerinde uzun yürüyüş, trekking yapan Almanlar gidiyor. Bahsedeceğim kale köyler Borgo San Lorenzo, Marradi, Scarperia, Sant’Agata ve Vicchio köyleri. Yalnız keşfedilmemiş rotalar tabi ki burada bitmiyor. Bu vadide hangi noktada duraklarsanız duraklayın tarih, iyi yemek ve en önemlisi iyi kahve garanti. Yerel ürünler ile yavaş yaşamdan bir nebze tatmanız çok olası.
Günlerden bir bahar günü kendimi nihayet İstanbul -Pisa uçağında buldum! Uçakta kulak misafiri olduğum yolcular “işe bak, İstanbul’da bi yere gitmem üç saat sürüyor Pisa’ya iki saatte gelebiliyoruz” diye benim de aklımdan geçenleri seslendiriyorlardı. Tabi ki uçaktan inince Pisa’da eğlenceli turistik şamatalardan yaptım: Piazza Mirraccoli meydanına uğradım, eğik Pisa kulesini dik tutmaya çalışıyormuş gibi fotoğraf çektirdim. Bir süre güzel Arno nehri kıyılarında gezip nefis katkısız gelato’nun tadına baktım.
Uçak alçalmaya başlayınca sisli vadi manzaralarını görmeye başlıyorsunuz.
Yağan yağmurdan Pisa kulesi yansıması fotoğraflama çabaları..Pisa Arno nehri kıyısında Geleteria de Coltelli gelatosu
Esas aklımda olan ise “Toskana doğası” idi. İnsana oturduğu yerden saatlerce izleyebileceği eşsiz bir pastoral manzara sunan doğa: Yemyeşil tarlalar, minik tepeler, terra cotta renginde çiftlik evleri ve gökyüzüne yükselen ince uzun serviler.. 2000 yıllık yaşam geçmişine sahip Toskana ovalarında, yeni doğan çocuklar için zeytin ağacı dikmek yerine rüzgar tutma ve peyzaj etkisine sahip servi ağaçları dikilirmiş. O yüzden eğer bir tepede servi ağaçları görüyorsanız onların arkasında mutlaka bir çiftlik evi vardır.
1.Gün – Borgo San Lorenzo Kasabası
Pisa’dan yaklaşık iki saat süren bol Toscana manzaralı bir araba yolculuğu sonrasında Mugello vadisinin merkezi kasabasına ulaştım. Borgo San Lorenzo, bu yeşil Toskana bölgesinin hem kalbi hem de en eski kale-köylerinden biri. Toskana vadisinde bu tarz kale köyler ortaçağ yaşam klasiği olarak nitelendiriliyor. Etraflarında kale duvarı örülü olan kale-köyler küçük evlere, yeşil panjurlara, gözetleme kulelerine, çan kulelerine, dar sokaklara ve kale kapıları geçitlerine ev sahipliği yapıyor. Hemen hemen hepsi hala tüm ihtişamıyla dimdik ayakta. Modern yaşam bu orta çağ köyünü koruyarak, restore ederek kurulmuş. Parklar, nehir kenarında manzaralı yürüyüş yolları, eski kent merkezinde bina ve panjurları ne renk boyanacağı gibi öğeler belediye tarafından kontrol ediliyor. Şansa bırakılmıyor. Ertesi sabah erkenden uyanıp dar sokaklarını hemen arşınlamaya başladım. Etrafta kimsecikler yok diye düşünürken meğer insanlar İtalyan usulü kahvaltıdaymış. Yani, kahve barında ayakta “un kafe” ve kruvasan ikilisi ile yapılan kahvaltı.Kahve barında kahve isterken “Eat Pray Love” Julia Roberts gibi hissetmemek elde değil :). Kafenin hemen bitişiğindeki sokakta da haftalık pazar kurulmuş. Bizim pazarlarımızdan ayrılan yönü satılan yiyeceklerin tazeliği… Belli ki az miktarda olan gıdalar uzun yollardan gelmek yerine yakın bölgelerden getirilmiş. Akşam yemeğni de hemen kilisenin karşısında bulunan trattoriada yedim. Şef’in ilgisi inanılmazdı. Benle uzun uzun nasıl bir yemek istediğim hakkında konuştu. Meğer burada yiyeceğiniz yemeği severek yemeniz çok önemliymiş. Şefler memnuniyetiniz için inanılmaz dikkatli çalışıyor. Özenerek pişiriyor, özenerek servis yapıyor. Sonradan öğrendiğime göre yemek yemeden evvel şefin masalara uğrayıp konuşmaları aslında buradaki yemek kültürünün neredeyse bir parçası.
Borgo San Lorenzo saat kulesi
Yürüyüş rotası manzarası
Borgo San Lorenzo tarihi kapısı
Sabah erken saatlerde kahve barındaki kalabalık
2.Gün Marradi Kasabası
Umbria’ya daha yakın olan bu kale-köy Bologna Floransa tren hattı üzerinde yer alıyor. Daha doğrusu tren buradaki ana ulaşım öğesi. İkinci önemli öğe ise bisiklet. Kıvrıla kıvrıla giden araba yolları boyunca dağ bisikleti ve yol bisikleti sevdalıları için türlü türlü planlı yollar bulunuyor. Hemen bu köyün girişinde de Mugello vadisinin bisiklet yolları ile ilgili haritalar bulunmakta. İtalya’nın yarışa hazırlanan birikletçilerini de bu kasabada görmek mümkün. İtalyan arkadaşlarım ve ben Borgo San Lorenzo’dan yaklaşık 30 dakika süren bir tren yolculuğu sonrasında muhteşem bir 500 yıllık Toskana evinin, Palazzo Torriani’nin konuğu olduk. Müze, konukevi karışımı olan bu dört dörtlük Toskana evi restoran ve konukevi olarak hizmet veriyor. Gerçek bir Toskana hanımefendisi Anna Maria’nın köklü ailesinin özel tariflerinden Sanbu Çiçeği kızartması ve Ispanaklı, taze racotta peynirli Tortelli tatma şansına eriştik.
Mugello vadisinin kıvrımlı yolları İtalya’da bisikletçilerin favori rotası.Sadece bisikilete açık dağ yolları da bulunuyor. Bu rotaların çoğu kolaylık ve zorluk derecelerine göre sınıflandırılmış.
Palazzo Torriani tarihi süslemesi.
Ispanaklı TortelliniSanbua Çiçeği kızartması.
3. Gün Scarperia Kasabası
8 Eylül 1306’da Mugello vadisinin merkezi olması planlanan Scarperia köyü kurulur.Bu köy tarihi Bologna, Firenze yolu üzerinde kurulduğundan ve yerleşenlere toprak vaat edildiğinden kısa bir zamanda geçiş bölgesinde önemli bir yerleşim merkezi olur. Altı ayda bir Floransa’nın atadığı “vicario”lar gelir bölgede vergisini toplar sonra başka bölgelere atanırmış. Restore edilen San Barnaba kalesinin içi 1300’lü yıllardan itibaren bölgeyi yöneten valilerin armaları ile dolu. Bir zamanlar 13 kulesi olan bu kale-köy İtalyanın en güzel korunan kale köylerinden biri olarak ödüllendirilir. Scarperia’nın bir başka ünü ise el yapımı bıçakları. Bir zamanlar bu küçücük köyde 80’e yakın bıçak atölyeleri bulunurmuş ve kale-köy’ün temel geçim kaynağını oluştururmuş. Şimdilerde bu sayı rekabet edememe yüzünden beşe düşmüş. Bu bıçakçılardan biri olan Fabio’ya uğruyoruz ve kendi elleri ile yaptığı bıçaklardan bir tanesini satın alma şansına erişiyorum. Fabio bu işi zanaatkar babasından öğreniyor ve devam ettiriyor.
Sant’Agata di Scarperia köyü – O kadar küçük bir köy ki doğru düzgün bir bakkalı bile bulunmuyor. Ancak o kadar iyi korunmuş bir köy ki restore edilen kapılar, restore edilmeyen kapılar..Etrafında manzaralar görmeye değer.
San Barnaba kalesinin iç duvarları Floransa tarafından atanan “Vicario”ların bıraktığı aile simgeleri ile süslenmiş.
Vicario odası. Mobilyalar 1700’lü yıllardan kalma.Vicario armaları aynı zamanda kalenin dış duvarına da işlenmiş durumda.Fabio’nun elinde tuttuğu bıçaklar bir zamanlar evlenenlerin birbirine aldığı hediyelermiş. Kendisi bıçak ustalığında 3. kuşak.askıda çamaşır fotoğraflamadan olmaz 😛
Scarperia parkından manzara.Sant’Agata kulesi
4.Gün Vicchio Kasabasında akşam yemeği.
Toskana’nın kıvrımlı yollarında 4. günümde de akşam yemeği yemek üzere Michelin yıldızlı bir restorana Ristorante Alberto’ya gidiyoruz. Evet evet doğru duydunuz.. Orda uzakta bir yerdeki, köydeki bir restoran Michelin yıldızı alıyor ve oldukça ünlü. Hafta içi kalabalık olan bu restorana, hafta sonu rezervasyonsuz yer bulmak neredeyse imkansız. Çiftliklerinin ve etlerin bu bölgede ünlü olması dolayısı ile yerel biftek ve etler hazırlayan bu ristorante yerel tarifleri ile ünlü. İnanılmaz renkli ve sempatik aşçımız Cristian Borchi bizi karşılıyor. Kendisi ile yine Toskana aşçılarına özgü hangi yemekle mutlu oluruz hakkında konuşmalar yapıyoruz. Çatıda Toskana güneşi ve güzelim manzarası karşısında büyüyen çeşit çeşit baharatı gösteriyor bize: biberiye, kekik,fesleğen benim tanıyabildiklerim.. Taze baharat kullanmayı sevdiğini söylüyor…Sonra bizzat mutfağa geçtik ve ısırgan otu ve terracota peyniri kullanılıan Mugello usulu Tortelli’mizi hazırladık. Sonrasında da yemeklerimiz konuşmalarımıza göre az az tadımlık geldi. Böyle bir yerde yemek, güzel kaliteli bir Toskana şarabı ile 30€ civarında mal oluyor.
Siyah truf mantarı. Toscanadan toplanan bu mantar çok nadir mantarlardan. Özel izne tabi yetkililer tarafından yılın belli döneminde yine bu bölgeden toplanıyorlar.Isırganlı, taze racotta peynirli Mugello tortelli makarnası
Via Degli Dei mini yürüyüşü
Bologna’dan Firenze’ye yaklaşık 200 km’lik bu tarihi yürüyüş yolu Toskana vadisinin neredeyse tüm güzelliklerini gözler önüne seriyor. Genelde Almanların yürüdüğü bu rotada ben de 2 saat kadar San Piero a Sieve yakınlarında yürüme şansına eriştim. Kırmızı beyaz trek rotalarının ağaç gövdelerine işaretlendiği bu rota sahiden inanılmaz. Kuş cıvıltıları, yeşilin binbir tonu, yuvarlak tepeler, Vespa Ape’ler, çiftlik evleri ve serviler bana eşlik etti. Bu mini yürüyüş bile bana doğanın bizim kadar hızlı olmadığını tekrar hatırlattı.
Ulaşım
Toskana’nın bu bölgesine ulaşmak için Pisa veya Bologna havalimanlarını kullanabilirsiniz. Buradan da keyifle ve seyrede seyrede gitmek için en güzel yol araba kiralamak olsa da her iki şehirden Borgo San Lorenzo ve Marradi’ye trenle ulaşım oldukça kolay. Özellikle Floransa’dan kalkan bazı trenlerle Floransa -Borgo San Lorenzo mesafesi 35 dakika kadar kısa bir süre. Tüm tren saatlerini de trenitalia web sayfasından http://www.trenitalia.com/ öğrenebilirsiniz.
Konaklama
Borgo San Lorenzo merkezde 3 ve 4 yıldızlı otellerin yanı sıra bu bölgede apartman kiralama, çiftlik kiralama gibi oldukça popüler hale gelen “yavaş tatil” seçenekleri de bulunuyor. Burada işler biraz ters işliyor. Ne kadar kırsalda ise ücret o oranda artabiliyor. Konaklama seçenekleri için otel sitelerinden arama yapabilir yahut Mugello turizm il müdürlüğünün web sayfasına göz atabilirsiniz. http://www.mugellotoscana.it/
Palazzo Torriani’yi aşırı beğendim. Balayı rotası için kral ve kraliçeler gibi kuş sesleri arasında konaklanabilecek bir rota olduğunu düşünüyorum.
Yeme İçme
Ben İtalya’nın herhangi bir yerinde şu ana kadar yediğim şeyden memnun olmadığımı hiç hatırlamıyorum. Bu bölgedeki aşçılar ise ekstra özenli. Memnun kalıp kalmadığınızı bizzat sorarak öğrenmeye çalışıyorlar. Sadece Pizzeria, Trattoria ve Ristorante kavramlarını bilmekte fayda var. Fiyatlar konusunda bilgi veriyorlar çünkü. Pizzeria nispeten ucuz, Trattoria restoran kıvamında ama nispeten ucuz, Ristorante ise genelde birinci sınıf hizmet veren mekanlar oluyor.
Apperativo
Kuzey İtalya için önemli bir kavram olan apperativo içtiğiniz içeceğe para ödeyip yanında ikram edilen atıştırmalıkları yediğiniz öğün oluyor. Şu anda tüm İtalyaya yayılmış olan bu akımı deneyimlemeden dönmeyin derim. Hatta genelde servisli masalarda yemek yemeden daha ucuza geldiğinden güzel Toscana şarapları eşliğinde karnınızı doyurabilirsiniz.
Kaz dağlarının eteklerine kurulu şirin köy Adatepe bir zamanlar bir arada yaşayan Rum ve Türklerin günümüze kalmış bir mirası. İstanbul’da tükenmişlik sendromu yaşayan enteller buradan evler alıp restore eder, yaşamaya başlar köy halkı ile birlikte 427 kişilik bir kültür bütünü oluşturur. Bu köyün en kıymetli özelliği ise “betonun” olmamasıdır.
İda yamaçlarında kurulan bu köyün romantik pastoral güzelliği ayrı. Küçükkuyu’dan itibaren zeytin bahçeleri arasında kıvrıla kıvrıla tepeyi tırmanıp enfes körfez manzarası ayrı güzel. Zeus altarı civarında çam ve badem ağaçları, gün batımı manzarası, tepeler ayrı güzel. Ancak benim için köyün en kıymetli yönü Rembetiko’nun hüzünlü güzelliğini hissettiğim sahne gibi olması.Bir iki gün de olsa kendimi yavaş akan bir tiyatro sahnesinde, Rembetiko filminin içinde hissettim.
Amerikada “Blues of the Greek refugees” diye ünlenen Rembetiko müziği için Yunan arabeski demek mümkün bence 🙂 ama esas kalbimde taht kurması Rembetiko filmini izlememle birliktedir. Oradaki can alıcı sahneyi hatırlayanlarınız vardır. Yorgo Marika’ya rembetiko söylemen için güzel sesinin olması gerekmez, acıyı hissetmen gerekir demesi ile Marika acı dolu geçmişini hatırlar, acıyı iliklerinde hisseder ve iç titrenen sesiyle kaigomai kaigomai’i söylemeye başlar.
Filmde bol bol acı en ufak bir ajitasyona gitmeden anlatılır. İzmir’de bir tavernanın arka odasında doğan Marika’nın mübadele ile Atina’ya göçü, orada yaşadığı derin yoksulluk, itilmişlik, işsizlik konuları işlenir… İki parça kemik yiyebilmek için feda edilen değerler işlenir…
Bir zamanlar 500 hanenin yaşadığı Adatepe’de fırın, bakkal, berber, kunduracı,zeytinyağı fabrikası hatta meyhane varmış. Meyhane’de Rebecca adlı bir rum kızının Refika adını alarak güzel sesiyle şarkı söylediğine dair efsane dilden dile dolaşır. Sonra Refika bir Türk gencine aşık olur 1. dünya savaşının patlak vermesi ile askere giden Necip bey orada ölür. Refika sonrasında Midilliye gider. Bu hikaye ile ilgili de farklı farklı varyasyonları dilden dile dolaşır durur. Adatepede her yerde görebileceğiniz güzel Rum kızı Refika’nın ünlü fotoğrafı ise büyük ihtimal Refikaya ait değildir.
Gidip görülesi, yavaş seyahat edilesi bir yer Adatepe. Gerçek olmadıklarını bile bile efsanelerini dinlemeli, Zeus Altarında mümkünse sevgili ile beraber gün batımını izlemeli…Eğer kışın gidiliyorsa Rum evlerinin ünlü tüm evi ısıtan şöminenin önünde kahve içmeli, küçük köy meydanının asırlık çınarlarının altında da kahvaltı etmeli ya da çay içmeli. Taş örme sokakların arasında tavukları gütmeli, köpek yavrularını sevmeli.
Köydeki yavaş yaşamın en çok keyfini çıkaranlar ise çocuklar. Sabah uyanıp sokaktaki kocamış köpeği ekmekle doyuruyor sonra sıra kedilere yemek vermeye geliyor. Ondan sonra da gelsin taş kullanarak kale yapmalar. Mehmeti, Ahmeti çağırmalar.. İlkokul 2. sınıfta olduğunu söyleyen bir çocuğa “Büyüyünce ne olmak istersin?” sorusunu yönelttim. Akla hayale gelmeyecek tokat gibi bir cevabı oldu. “Büyümek çok sıkıcı. Ben büyümek istemiyorum ki!”
La Spezia Akdeniz kıyıları o kadar güzel ki insan nereye baksa bir manzara, bir ihtişam, bir tasarım ve tabi ki gelato (İtalyan dondurması) görüyor. Buraların en bilinen kasabası kuşkusuz minicik Portofino. Buğulu sesi ile Portofino’nun ününe ün katan sevgili Dalida bu minik kasabayı o kadar ünlü etti ki geleni gideni hiç bitmiyor.
Portofino’ya gitmek için İtalya, Genoa’ya (Conova) uçtuktan sonra ulaşmanız oldukça kolay. Genoa Brignole tren istasyonundan San Margherita Ligure durağına, oradan da bir otobüsle Portofino’ya ulaşabilirsiniz. Karadan gitmek manzaranızı kesinlikle azaltmıyor. İtalyan sahil kasabalarını geçe geçe yolculuk ediyorsunuz. Otobüs yolculuğu ise biraz Metrobüsün mini versiyonu gibi 🙂 Saatleri seyrek ve otobüsün kendisi oldukça küçük. Bizim tercihimiz giderken bu mini otobüsü kullanmamak yerine sahil boyunca yürüyerek Portofino’ya ulaşmak oldu. Yürümek iyi bir tercihti çünkü yol boyunca manzaranın ardı arkası kesilmedi ve Santa Margherita Ligure’nin içini de görme şansına eriştik.
Ancak yolun 5 km olduğunu, bir çok burnu sahilden ve bazen yolun kenarından kat ettiğinizi, bazı burunların bolca rüzgar aldığını da belirtmeliyim. Bu yürüyüş parkuru aynı zamanda o bölgenin spor parkuruydu. Dolayısıyla bol bol koşan fit İtalyan erkek ve kadınlara denk geldik. Koşarken de çok şıklar!
San Margharita Liguere’nin de içini gezme şansınız olduğundan bu güzel kasabaya da vakit ayırmış olduk. Tabi “gelato” İtalyan dondurması seviyorsanız biraz riskli çünkü her dondurmacıda durup bir dondurma yemek istiyorsunuz. Hakikaten capuccinolusu, limonlusu her biri ayrı güzel, ayrı lezzetler. Paramızı bol bol dondurmaya harcadıktan sonra İtalyan plajlarına ve plaj kabinlerinin bile tasarımlı olmasına hayran olmamak elde değil. Santa Margharita Liguere oteller ve plajlar bölgesi. Birbirinden şık oteller plajlar yan yana..
Nihayet son burnu da pembe ve koyu kırmızı zakkumların ardında manzara eşliğinde geçtikten sonra Portofino tabelası önüne geldik.Şık koşucuların yerini şık kahve içen insanlar yer almaya başladı. Tabi ayakta espressolarını yudumluyorlar. Şans eseri hemen Portofino meydanını buluverdik. Aslında çok ta şans sayılmaz zira kasaba bir tane cadde ve dar ara sokaklardan oluşan küçük mü küçük bir yer. Oradayken denk geldiğimiz düğünü seyre dalıyoruz. Kiliseden yeni çıkmış genç çift’in kafalarına buğday ve şeker atılıyor. Güle eğlene Portofino’nun arnavut kaldırımlı minik sahil meydanından geçiyorlar. Bilmiyorum tekrar yazmama gerek var mı ama herkes yine çok şık. Davetlilerin şıklığı neredeyse damat ve gelinin şıklığını aşıyor. Hep baraber kutlama yapacakları yere doğru şen kahkahalar atarak ilerliyorlar.
Meydanda pizza yeme ve İtalyanların meşhur Toscana ev şaraplarını tatma şansına da eriştik. Fiyatların genele kıyasla o kadar da pahalı olmadığını düşünüyorum. Özellikle şarap ciddi anlamda su içmekten daha ucuz.
Portofino meydanın arka sokaklarında küçük küçük hediyelik eşya dükkanları, limon satan tezgahlar ve ayakta kahve satan dükkanlar bulabilirsiniz. Abartmakta bir sakınca görmüyorum ama neredeyse 200-500 adımda kasabayı gezmeniz mümkün. Yeşil panjurlu dışa doğru açılan tahta kepenkler, alçak katlı rengarenk boyanmış evler, çamaşır ipine güneşe karşı asılmış çamaşırlar… Ve pek tabi ki bağırarak konuşan, aynı zamanda konuşup birbirini anlayan İtalyanlara burda da denk gelebilirsiniz.
Dönüşte tren istasyonuna giden mini otobüsün kalktığı noktayı da bulmanız zor olmayacaktır. Bu otobüs halk otobüsü gibi bir otobüs aslında. Bekleyenler oldukça kalabalıktı. Biz de İtalyan hanımefendilere yer vererek , dönüşte de ayakta manzaranın seyrine daldık.
Kıyıköy, Kırklareli iline bağlı Karadeniz kıyısında şirin mi şirin bir balıkçı kasabası.
İstanbuldan Tem Edirne yönünde gidip Çerkezköy gişelerinden çıktıktan sonra Saray yönünde devam edip oradan da Güngörmez, Bahçeköy gibi Trakya köylerinden geçip, güzel güzel çamurlanan mandalar ve Istıranca etekleri, orman manzaraları eşliğinde yol alıyorsunuz. Yol Saray sonrasında bol bol viraj içermesine rağmen seyahatin keyifli bir kısmını oluşturur. Özellikle Bahçeköy mandaları ile ünlü olduğundan manda yoğurdu ve sütü satışlarını yol kenarında bol bol görürsünüz.
Saray yönünden köye giriş yaptığınızda sizleri kırmızı tuğlalardan örülmüş sur (kale) duvarı karşılıyor. Surların içinde, kasabada, ahşap ve taştan yapılmış tarihi rum evleri bulunuyor. Bugünlerde bu evler maalesef oldukça bakımsızlar. Neyse ki kediler durumu tatlandırıyor.
Mübadeleyle birlikte türklere terkedilen; trakya’nın karadeniz kıyısındaki nadir rum yerleşimlerinden biridir Kıyıköy. Eski adı da Midye imiş. Hani lise tarih derslerinden ezberlerimize zorla sokulan Ayastefanos anlaşması ile Enez Midye hattı yukarısı Ruslara bırakıldı’da bahsedilen Midye Kıyıköydür.
2000’li yılların başında dehşet güzel doğal manzarası, yemyeşil ağaçları, dereleri, uzun kumsallı plajı ve ucuz balıkçıları ile nam salmış bir cennetti adeta. Haftasonları veya bayramlarda sadece İstanbul değil Tekirdağ ve Kırklareli ilçelerinin de yoğun ilgisi ile tıka basa dolan bir köydü. Şimdi de dolup taşıyor ama eski ucuzluğu kalmadı, İstanbul fiyatları ile rakabet eder halde. Gittikçe de kirlenen bir yapıya sahip olmaya başladı. Halbuki 2007 sayılı resmi gazete kararı ile burası bir eko turizm merkezi olarak seçilmiş bir yer. Hala eğer haftasonu veya bayram seyran gibi zamanlarda gitmeye çalışırsanız kalabalık ve dar sokaklarında ilerleyemez hale gelebilirsiniz.
Şimdilerde kış gelmek üzere olduğundan esas güzelliği ortaya çıkıyor Kıyıköyün. Yakan trakya soğuğu, rüzgar ve doğal manzara eşliğinde kışın günübirlik gidip sakin sakin sahilde şöyle bir yürüyüş iyi gelir . Limana, balık teknelerine, mini lagüne tepeden bakan çay bahçelerinde (Kartal Çay Bahçesi veya Marina Cafe gibi) çay içip, kahvaltı edebileceğiniz mekanlarda da ısınmak mümkün.
Kış aylarında Kalkanı ile bilenen bu köyde Kalkan da yiyebilirsiniz. Ancak bana göre ne çayda ne kalkanda beklentilerinizi yüksek tutmamakta fayda var. Fiyatlar da bahsettiğim gibi eskiye oranla yüksek.Örnek vermek gerekirse manzaralı çay Marina Cafe’de 1,5 TL. (Aralık 2015)
Mehmet Yaşin’in programında Kıyıköy Köşk restoran:
Doğada pazartesi yoktur. Zaman kavramı ve doğanın hükmedilemez niteliği ile ilgili düşüncelere dalmak istediğinizde nefes kesen ve zamanı bir anlığına durdurmaya haiz iki video paylaşmak istiyorum. İlki Suttgart Media Üniversitesi’nden iki film yapımcısının 14 gün boyunca çektikleri 4K çözünürlüğe sahip bir İzlandafilmi. Filmin adı olanEylanda İzlanda’lıStephan G. Stephansson’ın en ünlü şiirinden geliyor;“Fjarst í eilífðarútsæ vakir eylenda þín”(Sonsuz uzaklıktaki denizde, adan uyanıyor) Kaynak: Nordik Simit
İkincisi ise bizi İzlanda’ya gitme ile ilgili hayallere ve planlara itecek nitelikte güzel bir video. Fotoğrafçı Elia Locardi günümüzün meşhur uçan oyuncaklarından drone ile çekmiş bu görüntüleri.
Bol bol içimiz geçti ve zaman algısının ötesine geçebildiysek işimize dönme vakti 🙂 İyi haftalar.
Bu sabah ( 1 Eylül) daha hava aydınlanmadan, Seyahat yazarlarının ağız birliği ettiği, dünyanın manzarası en muhteşem tren yolculuğuna çıkacaktım. Oslo Bergen Railway olarak bilinen hattın Oslo Myrdal- Myrdal Flam seferi. Oslo’nun alacakaranlık sokaklarının arasından geçerek 06:25’te kalkacak olan trene koşa koşa gittim. Alırken dikkat etmekte fayda var, dedikleri saatte kesinlikle kalkıyorlar. Mesela bu trenin kalkış saati 06.24 olsa tam o saatte kalkar. Trenin içinde de ayrıca dakikliğe ne kadar önem verdiklerini sık sık anons ediyorlar. Norveç trenleri bizim TCDD’ye pek benzemiyor. Uçak havası var ve konfor oranı çok yüksek. Ben bir kahve bağımlısı olduğum için fiyata dahil vaad edilen kahve için Konfor Bilet aldım. Kahveden, sıcak çikolatadan, cappucinodan benden ekstra para istemesinler bir de yanında cep telefonumu şarj edebileceğim bir yer olsun diyorsanız konfor almanızı tavsiye ederim. Hele hele internetten dayanamayıp sürekli paylaşım yapacaksanız yine konfor almanızda yarar var. Ama konfor olmayan kompartmanlar çok farklı değil tabi.. Interrail gibi biletiniz varsa o da iyi bir fırsat. Beni kahve ile kandırdılar işte…Ne gelir elden.
Sabah 06:21 tek yolcu olması doğal tabi 🙂 Trenler oldukça yeniKonfor kompartmanın görüntüsü böyle, diğerlerinden tek farkı kahve makinası + ücretsiz internetPC sabah 06:24’te kahve ile beraber hazır 🙂Trenin ayrı bir kafesi de mevcutAile kompartmanında çocuklara özel oyun alanı bile var trende.
Oslo’nun kendisi de bir fyord alanında olduğından şehirden ayrılır ayrılmaz fyord manzaralarına başlayıveriyorsunuz. Wikipedia’ya göre fyord: denizin buzul vadilerini basması sonucunda oluşan ve çoğunlukla iç kesimlere kadar sokulan; ince, uzun, genellikle çok derin ve kenarları çok dik körfez. Fyordlar; genellikle Norveç, Grönland, Alaska gibi kuzey ülkelerinde görülen ilginç bir kıyı tipidir. İlginç’i koyu yaptım komik geldi wikipedia’da ilginç denmesi. Evet bizim gibi sıcak denizlerde yaşayanlara sahiden ilginç geliyor. Düşünsenize deniz suyu buzullarla bütünleşiyor. Bana göre ise fyord inanılmaz dingin kara kara, böyle buzul buzul renkli çok koyu sular. Buzul rengi ise ortası biraz daha açık mavi ama kenarları koyu siyah olan ilginç bir olgu sahiden. Norveçliler için ise yan taraflarında koştukları koşu pisti, üstlerinde taşımacılık yaptıları alan ve hava 14 derece iken bile rahat rahat yüzdükleri bir deniz.
Neyse Tren yolculuğuna geri döneyim. Fyordları görmeye başlayınca tren yolcuları arasında bir hareket başlıyor. Sağdan sola soldan sağa manzara ne taraftaysa o taraf yönelip fotoğraflar çekiliyor. Yeşil, buzul mavisi ve siyah (fyordun) nesi çekici gelir ki? Sakinliği çekici gelir. Dinginliği çekici gelir. O sakinliğin arasına yerleşmiş insan yaşamının doğaya bütünleşik yaşamı ilgi çekici gelir. Çok büyük evler yok buralarda.. Tahtadan kutu kutu kiremit kırmızısı, hardal rengi evler, gri yüksek çatıları ve inanılmaz düzenli bahçeleri var. En önemli nokta ise beton yok. Ya da beton gözümüze gözümüze girmiyor. Hatta bazı çatılarda çimlerin uzun uzun bittiğini de göreceksiniz. Hani bazen teyzeler uçakta korkunca hihler ya burada da insanlar manzara görünce o sesleri çıkarıyorlar 🙂 insanın elinde olmuyor sahiden.Her tahtadan kulübenin yanında birer de bisiklet var. Çok güzel tasarlanmış bahçeler var. Her arazi kıymetli. Özenle ekilip biçildiği belli olan tarlaları var. Traktörler ve ambarlar seçilebiliyor.
Kara kara su..Kara fyord manzaralı kutu kutu evlerBaşka bir açıdan..Kutu çiftlikGürül gürül dereÇim, fyord ve uzaktaki kasabaKutu evlere devam..
Hele Dremmen’i geçtikten sonra trenin bir sağ tarafında sonra öteki tarafında cama yapışıp gördüklerinizi Japon turistler gibi kaydetmeye çalışıyorsunuz. Tren bazen karşı yönden gelen treni beklemek veya saatini beklemek için mola veriyor. O molalarda ben ve bir kaç insan trenden koşa koşa çıkıp fyord kıyılarında fotoğraflar çekmeye çalıştık. Yine çok abuk saatler veriyorlar kalkış için örneğin 11.03te kalkacak gibi… Tabi ki tren o saatte kalkıyor.
Sonra bir bakmışsınız o yeşil ve koyu buzul mavisi gitmiş yerine gri kayaçlar ve karlar almaya başlamış. Tren size hissettirmeden yavaş yavaş yükseliyor ve bir bakıyorsunuz 1222 metre yüksekliğe çıkmış oluyorsunuz. Bol karlı, sisli ve dumanlı bir kasaba olan Finse kasabasına gelmiş oluyorsunuz. Buzullara bir nevi komşusunuz artık 🙂 Burada da çılgın bir dağ bisikletçileri grubu vardı.Bu yükseklikte bisiklet süreceklerdi!!!
Norveçte mangal keyfi yapan yok 🙂Tren fyord üzerinden giderken demirle çevrili dar köprüden geçiyor. İşte o esnada çektiğim bir fotoğrafta Norveçli balıkçının hardal teknesini fotoğraflamayı başardım sanırım 🙂Kar ufak ufak etkisini arttırmaya başlıyor.
Trenin bir iki dakika durduğu yerlerden birinde fyord kenarı..
Kısa bir zaman içinde tipi başladıFinse tren durağıFinse ve bisikletçiler, yükseklik 1222 metre
Hemen Finse’den sonra tren yine kıvrıla kıvrıla tünellere gire gire Flam’a aktarma yapacağımız Myrdal istasyonuna ulaşıyor. Buradan tren değiştirerek dünyanın en dik tren tren yoluna aktarma yapıyorsunuz. Flambana nostaljik treni 800 küsür metreden başlayıp Flam kasabasına deniz seviyesinden 2 metreye indiriyor. Nostaljik bir tren hattı olan Flambana (Flam Railway) ile indiğiniz Flam, Sognefjorden’in (buraların en ünlü fiyordu olur) iç kesimlerinde yer alan bir kasaba.
Bu 55 dakika süren mini yolculuk esnasında da nefes kesici şelale manzaraları ile karşılaşıyorsunuz. Şelaleler çok yüksek zirvelerden vadiye akarken debilerinin uğultusu benim doğaya saygımı ve sevgimi bir kat daha arttırdı. İlk durağınızda çılgın debili koyu açık mavi karışımı, hırslı mı hırslı, güçlü mü güçlü bir şelaleyle tanışıyorsunuz. Yağmur yağsa da yağmasa da bu bölgede şelale gücüyle yağmur yağıyor. Tren burada 5 dakika mola verdiğinden inip bir güzel izleyebiliyorsunuz. Bir de burda minik sürprizleri var Norveçlilerin size 🙂
Karlı zirvelerTrenin mini mini duraklarından biri
En büyük şelaleleri. Tren burda 5 dakika mola veriyor. Altında ıslanıyorsunuz o yüzden ıslanmak istemeyen yağmurluk, su geçirmeyen pantalon vb. ile şelale önüne geçmeli.
Hayallerimdeki evler 🙂Şelale beyaz kağıt gibi duruyor..Suyun berraklığı
Sonrasında vadinin tabanına yaklaşırken yine bir bölümü 120 metre herhangi bir noktaya değmeden akan şelaleyi görüyorsunuz. Bu suyun debisini ve gücünü tahmin etmek bile istemiyorum. Hep böyle boşa akıyor bu güçler. Bizde olaydı da şöyle bir HES kuruvereydik :).
Vadi tabanına yaklaştıkça etrafınızdaki dağlar yükseldiğinden hem ürkütücü hem de çok güzel bir manzara oluşmuş oluyor. Bol bol yüksek şelale dibindeki evcik manzaraları görmeye başlıyorsunuz. Bu evlerde yaşamak ömür uzatan, dinginleştiren ve huzur patlaması yaşatan deneyimler olsa gerek. Norveçliler hem çok şanslı hem de doğaya uyum sağlamayı , doğanın önüne set çekmemeyi çok çok iyi biliyorlar belli ki. Hayran olmamak elde değil. Flam tamamen ayrı bir yazı konusu ama nefes kesici güzellikte. Elma bahçeleri, dökülen elmaların arasında ve yemyeşil çimlerin üzerinde oynayan çocuklar..
Norveç Trenleri ile ilgili önemli ipucu:
http://www.nsb.no web sitesinden Norveçte istediğiniz tren biletini alabiliyorsunuz. Önceden bilet almanız çok önemli çünkü fırsat fiyat – Mini Pris- kovalamak o kadar da kolay olmuyor. Özellikle yoğun dönemde fiyatlar talep ile paralel çok yükselebiliyor. Ben Oslo-Flam biletimi mini pris – en uygun fiyat olan 600 küsür NOK’a almıştım. Yaklaşık 200 TL etmekte.
Bu defaki gezimde yaşadığımız ülkede değeri henüz anlaşılamış muazzam bir kültür mirası olan Aizanoi antik kentini ziyaret etmeyi amaçladım. Yakın coğrafyadaki Efes Antik Kenti kadar ünlü olmaması ve ülke tanıtımlarında yer almaması biraz üzücü olsa da en azından sahip çıkılarak korunması hoşuma gitti diyebilirim.
Zeus Tapınağı Önden Görünüşü
Aizanoi, Kütahya’nın Çavdarhisar ilçesi sınırları içerisinde bulunan M.Ö. 130 yılı civarında burada yaşamış olan Romalılardan kalma bir antik kent. Bölgenin Helenistik dönemde Frigya, Bythinia gibi bir şehir devleti iken Romalıların egemenliğine geçtiği rivayet edilmektedir. Zeus tapınağı, Anfi Tiyatro, Borsa binası, Sütunlu cadde gibi yapıları günümüze kadar sağlam gelmeyi başarmış olmasına insan gerçekten hayret ediyor 🙂
Zeus Tapınağı
Bölgedeki yükselti üzerine inşa edilmiş olan Zeus Tapınağı bölgede meydana gelen depremlerden dolayı zarar görmüş olsada sapasağlam biçimde biçimde duruyor. Benim ilk ziyaretimde halka açık olan bu mekanın etrafına çit çekilmiş durumda ve müze olarak ziyaret edilebiliyor. Müze kartınız varsa ücret ödemeden ziyaret edebilirsiniz. Giriş yaptığınızda tapınağı ve etrafındaki arazide sergilenen tarihi eserleri dilediğinizce gezebilirsiniz.
Anfi Tiyatro KalıntılarıSütunlu Cadde
Ulaşım:
Aizanoi Kütahya şehir merkezine 58 km uzaklıkta. Kentin bulunduğu Çavdarhisar ilçesine Kütahya ilçe merkezinden saat başı kalkan dolmuşlarla ulaşabilmeniz mümkün. Ben bir bisikletsever olarak şehir merkezinden pedal çevirmek suretiyle 4 saatte ulaşabildim. İlçeye ulaşımı sağlayan yollarda trafik oldukça sakin fakat ben yine de o yolları bisiklet tepesinde tek başınıza tepmenizi önermem, belki kalabalık bir grupla ıssız yollarda seyahat edebilirseniz eğlenceli olabilir.
Konaklama:
Malesef ilçede konaklayabileceğiniz herhangi bir yer yok. Sanırım bunun nedeni de insanların buraya ilgi gösterip ziyaret etmemeleri olmalı. Konaklayabileceğiniz en yakın yer 40 km uzaklıktaki Gediz ilçesidir. Maalesef bu durumdan ötürü havanın kararmadan bölgeden ayrılmak zorunda kaldım.
Unutmadan belirteyim, İlçe halkı buranın ziyaret edilmesine ve turist görmeye az da olsa alışkın olduğu için sizleri sıcak karşılıyor. Sanırım onlarda buranın fazla ilgi görmemesinden dolayı az sayıda ziyaretçiden biri olan bana ellerinden geldiği kadar konuksever davrandılar.
Bisikletlerle nerede deniz kum güneş tatili yaparız? Bisikletlerimizi hangi otobüs şirketi alır? Sürme mesafeleri gibi minik minik araştırmalar yapınca hedef olarak Sakız adasını seçtik. Kamil Koç’un otobüs başına 2 bisiklet almak gibi bir uygulaması var ama telefonda bunu halletmek istemiyorlar pek. Biz de yoğun olmayan bir hafta içi gün seçip yoğun olmayan saatlerde İstanbul’da metro ile bisikletleri Çeşme’ye taşıdık. İstanbul metrosunda bisiklet taşımak için ekstra ücret alınmıyor. 1 bilet yeterli. Sakız adasına seferleri olan Ertürk Lines ta bisiklet dostu. Oldukça yardımcı oldular.
Çeşme’den kalkan Sakız adası feribotuna bindiğimizde aslında aklımızda deniz kum güneş tatili vardı. Hani böyle kumsalda uzanırsınız sıcaklayınca denize, üşüyünce tekrar kumsala, acıkınca gelir sakız reçeli, sakızlı kahve gider sakızlı toffee, sıcaktan tekrar bunalırsınız buz gibi frappe söylersiniz serinlersiniz öyle bir tatil hayaliydi.. Zaten kutsal kaynak ekşi sözlükte de bol bol okumuştuk Sakız adasının sahilleri ve kumsalları etkileyici diye.. Ancak bize esas büyüleyici gelen sakız bahçeleri arasından Pyrgi köyüne bisiklet yolculuğumuz oldu. İlk sürpriz feribot yolculuğunun sadece ve sadece 20 dakika sürmesi. Süper değil mi? Tahmin ettiğimden bile yakın…
Adaya adım atar atmaz ayağımızın tozuyla frappelerimizi yudumladık. Yunanistanda kahvehanede oturur gibi takılan amcalar artist artist frappe yudumluyorlar. Frappe de kondanse süt, instant kahve ve süt karışımından oluşuyor ve mikserle çırpıyorlar o yüzden oldukça leziz ve görüntüsü hoş.
As a couple we enjoy travelling by bike so much so we searched for a travel destination that is bike friendly and searched as well alternatives to transfer our bikes from Istanbul. Chios island is a close destination and we liked the idea to have a sunny beach holiday with some bike involved in it. Kamil Koç coach company allows up to 2 bikes per bus but you can not handle it via phone or internet. You need to directly negotiate it with the coach itself. We used Istanbul metro that allows bikes outside rush hour, no extra payment is needed for the bikes and than got to the coach to Çeşme. Than from Çeşme we used Erturk lines who were bike friendly as well.
When we headed from Çeşme what we had on our minds was to do a holiday on the beach. You know the ones that you lie on the beach under the sunny sky and when you are hot you jump in the sea, order mastic coffe, frappe or drink and enjoy it etc..However we were very much impressed instead from the bike ride to the amazing Pyrgi village within the Mastic Villages of Chios. To our first surprize at just the beginning of our journey the ferry ride just took 20 minutes! Chios island is so close to Turkey shores…
Frappe Sıcakta gerçekten iyi geliyor / The Greek frappe is to be enjoyed under the hot Sun 🙂
Konaklayacağımız hostel Chios merkeze 4 km uzakta Karfas yakınlarında bir yerde Topakas House’idi. Sahilde bisiklet sürerken karşı kıyılar olan Çeşme sahillerini ve Türkiye rüzgar güllerini izleye izleye gidiyorsunuz. Hostele vardığımızda Türkçe /İngilizce / Yunanca konuşabilen süper sıcakkanlı evsahibemiz Eleni biraz şaşırdı bisikletlerle gelmemize ama hemen alıştı 🙂 Karfas gerçekten bir deniz cenneti.
The hostel that we would stay was Topakas House which is a 4 km bike ride to the centre of Chios. You are riding on the shore viewing Çeşme shores and wind tirbunes of Turkey an amazing sea shore.. Than we met our cheerful host Eleni that could speak Turkish and English. Karfas is a real heaven of beaches.
Sabahın erken saatlerinde Karfas plajı. / Calm Karfas beach early in the morning.
Biz böyle tatil yapacağımızı düşünürken esas gidilmesi ve görülmesi gereken yer Sakız köyleriymiş meğer. Sakız adası Yunanistanda geliri turizme değil de tarıma dayanan nadir adalardan biri. Adanın sadece güney kesimi sakız ağacı koşulları için elverişli. Şansa bak ki 2 sene evvel itfaye sınavını geçemeyen biri bir yangın başlatıyor ve bu küçük alanda büyük çapta sakız ağacı bahçelerinin yanmasına sebep oluyor. Ne fena 😦
We thought we would be doing a beach holiday as the picture in the above however we soon realized that there are heavenly beautiful mastic villages to be seen. Chios island is one of the rare Greek islands whose economy do not enitrely rely on tourism. The island’s south part is hometown of Mastic tree. Mastic aroma is areal favourite aroma in Easter Europe and Turkey. Unfortunately 2 years ago a fire brigade candidate that was not able to pass the firbrigade test sets a fire in Mastic gardens area resulting in a destruction of a huge mastic gardens. How unfortunate 😦
Yoldaki bir sakız ağacı bahçesi / A mastic garden on the road
Eleni’ye bisikletle 25 km mesafedeki Pyrgi köyüne gideceğimizi söylediğimizde ooooo çok uzak nasıl yapacaksınız yol bol rampalı inişli çıkışlı diye tepki verdi hemen 🙂 Onunla beraber oturan öteki teyzeler de destekledi. Ama sabır ve inatla düştüğümüz inişli çıkışlı zorlu yolu sağ salim atlattık. Zorlandık tabi. Sonuçta bizler 2 masa başı çalışanı her gün bisiklete binmeyen tipleriz 🙂 Ama manzaranın güzelliği, sakız ağaçları bahçelerinde dinlenmelerle hemen hallediyorsunuz.
When we told Eleni that we would be riding to Mastic village Pyrgi she reacted immediately that it was so far and slopy and the other ladies sitting around her supported her idea but we were determined to go not by tourist bus but by bikes. We have to admit that it was a tough and slopy journey but in the end we were happy. It is not an easy journey for office workers that do not ride bike every day.We have to acept that fact 🙂 The sceneric beauty of the ride, mastic gardens were marvellous though..
Pyrgi’ye ulaştığımızda çok mutlu olduk. Begonviller arasında inanılmaz güzel bir mimari… Bu arada Büyükadada görmeye alıştığımız pembe begonvillerden farklı olarak adaya özgü biraz daha koyu pembe-kırmızı arasında bir renkte begonvillerle kaplı evlerin çoğunluğu bu adada.
The paperflower is everywhere in Chios just that the color is not the pale pink color, what we used to see in Prince island in İstanbul bur a darker-reddish pink.
Ceneviz ve Osmanlı esintileri taşıyan Pyrgi köyü mimarisi gerçekten muhteşem. Binaların tüm dış cepheleri scrafitti veya ksista olarak bilinen bir teknikle geometrik şekillerle dekore edilmiş. Bu yöntemde kumla ve çimentoyla kaplanan dış cephelerin üstüne bu desenler çiziliyor. Genelde de köylüler biber, domates,patlıcan kuruttuklarından çok güzel görüntüler ortaya çıkabiliyor. Kristof Kolombun bu köyde doğduğu iddia ediliyor.
The most interesting feature of Pyrgi are the decorative designs scratched into the exterior walls of the houses, known as scrafitti orksista. Mostly geometric forms, ksista has gone through several periods and may have originated in Genoa or in Istanbul. The process, which is still practiced today, even on the modern buildings of the village, begins with the spreading of a mixture of sand, asbestos and cement on the walls of the house. The villagers dry tomateo,papper and auborgine on the oter walls and create a much more secenery. Cristof Colomb is beleived to be born in this village.
Bir de böylesine güzel bir köyde üstüne kocaman Feta oturtulmuş Grek salata, Mastika pastası (Sakızlı pasta) ve Uzo varsa daha ne ister insan?
What coud possibly a human want more than a Greek salad with a big piece of Feta on it, a Mastic Cake and some Ouzo??
Haftasonu Gemlik’te oturan annemleri ziyaret ettiğim sırada biraz macera yaşamak adına yörede sözü edilen, National Geographic’e bile konu olmuş fakat çok az doğa insanının ziyaret etmeye üşenmediği, Samanlı Dağları Naldöken tepesi eteklerindeki bir vadi içerisine izlenmiş Uçansu Şelalesi’ne gitmeye karar verdim. Bilineni Antalya Gebiz’de bulunan bu doğal havuzdan bir tanede Bursa ili Gemlik ilçesine bağlı yazlık kasaba olan Büyükkumla Köyü sınırları içerinde bulunmakta. Ancak insanların kolay ulaşabileceği bir yerde olmadığı için pek bilinmiyor, doğal haliyle kalabilmesi adına bu bir bakıma iyi bir şey 🙂 Kazam mübarek olsun diyerek bisikletime atladım. İlk olarak Gemlik – Armutlu karayolu üzerinde bulunan Büyükkumla Deresi üzerindeki köprüden sağa sapıp ( Yolun bir tarafı yerleşim yeri diğer tarafı vadi olduğu için hangi yönde ilerlemeniz gerektiğini kolayca anlayabilirsiniz) meşhur gemlik zeytinlerinin yetiştiği zeytinliklerle çevrili vadiye daldım ve bu vadinin dibine doğru devam eden patikayı takip etmem gerekti. Yol orman patikası tadında ancak dağ bisikleti sağolsun sorunsuz yol alabildim ve bundan 60 yıl öncesinde sel felaketi nedeniyle terkedilmiş olan Eski Büyük Kumla Köyü’ne (Kumlakebir) ulaşmayı başardım. Burası apayrı bir keşif noktası sayılır çünkü eski köy denilen yerde hamam, cami, köprü ve mezarlık kalıntıları hala yerli yerinde durmakta.
Eski Büyükkumla (Kumlakebir) Köyü MeydanıCami avlusundaki mezar taşlarıŞelaleye giden yol ve cami duvarındaki bisikletim
Buradaki eski köy kalıntılarının fotoğraflarını çektikten sonra Ayı dere olarak da bilinen Büyükkumla Deresi’ni takip etmeye başladım, Fakat bisikletimi bırakmam icap etti çünkü yolculuğun bundan sonrasında taşlı kayalı bir dere yatağı boyunca ilerlemem ve hatta bazı yerlerde tırmanmam gerekiyordu. Zaten etrafta güvenli diyerek bisikletimi bir ağaç gövdesine gizleyip kilitledim ve yoluma yaya devam ettim. Yatağı boyunca takip ettiğim Büyükkumla Deresi’nin kendisi zaten ayrı güzel, fanuası geniş. Yengeçler, su yılanları, iri kefaller, börtü böcek ne ararsanız yaşıyor bu derede 🙂
Şelaleye giden yolDere Yatağı
Yolculuğun en keyif veren yeri , asıl şelaleye varana kadar karşıma irili ufaklı küçük şelaleler çıktı, durmak yol yola devam diyorum 🙂 , bulmam gereken şelale bunlardan çok daha büyük.
Mini ŞelaleBaşka bir Mini Şelale
Ve zorlu bir varış noktasına ulaşıyorum. Bu yolculuk sonrası Asıl şelaleye ulaştıktan sonra ayaklarımı buz gibi suya sokabilir, hatta yüzebilirdim. Üşendiğim ve dönüş yolunu düşündüğüm için sadece ayaklarımı sokup fotoğraf çektim ve dönüş yoluna koyuldum.
Uçansu Şelalesi
Burayı görmek isteyen doğa insanlarına tavsiyem şu; İstanbul’a yakın sayılabilecek bir konumda bulunan bu şelaleyi görmek için fazla vakit kaybetmeyin, çünkü devlet buradaki dere üzerine baraj inşa ediyor, Eski Köy diye adlandırılan yerin bir süre sonra baraj suları altında kalması olası gibi… , Şelalelerin durumu ne olur bilemem ama belkide bu güzellikleri görebilmek için son şansınız olabilir.
Büyükkumla Köy kahvesinde dönüş yorgunluğunu atarken 🙂
Büyük metropollerde yaşayanların bir şekilde kırsal ile bağlarını koparmaları bana göre önemli bir ekolojik problemdir. Çocukların domateslerin ağaçta yetiştiğini zannettiği veya içtikleri sütün nasıl elde edildiğini bilmediği, baharda açan çiçekleri satın almadan görememeleri çok garip değil mi sizce?
İnsan doğanın ayrılmaz bir parçası olduğundan yakın bir kırsala gideyim peynir alayım, peynir tatlısı yiyeyim, köfte yiyeyim derseniz Trakyayı hedef bölge seçebilirsiniz. İstanbul çıkışında E-5 trafiğini atlattıktan hemen sonra aslında Trakya kırsalına gelmiş sayılırsınız :). Burada haritadaki Keşan, Malkara ve Hayrabolu gibi her ilçenin köyleri birbirine benzer nitelikte. Dolayısı ile hali hazırda bağı olanlar zaten şanslılar. Destinasyon önerisi lazım gelenlere de Keşan’a bağlı Çamlıca ve Evreşe’ye bağlı Kocaçeşme köylerini öneririm. Bu köyler sanki Cumhuriyet döneminden kalma gibiler. Hem görmelik hem bahçe oluşturmalık hem de tam çay içmelik.
Bu köylerde konuştuğumuz her Trakya köylüsü benim oğlum, benim kızım İstanbul’da şurda burada dediği insanların buralarda da bahçeli ev modelleri yaratarak hem oradaki kalkınmaya hem de kendi aile bütçelerinde katkıda bulunduklarını düşünsenize..
İstanbul beton binalarından sonra nizamlı yerleşim ve bahçeler, sarı yeşil renkli tarlalar, deniz ve körfez görmeye başlıyorsunuz Tekirdağ yolunda. Şöyle daha sakin havalara sürükleniveriyorsunuz. Hele de Korudağ (Keşan-Saroz körfezi arası) semalarına ulaşırsanız sükunet ve oksijen bolluğu biraz çarpabilir. Az ilerisi saroz körfezi zaten. Burada da Gökçetepe veya Gelibolu semalarında yol alabilirsiniz.
Arada bir temiz ve sakin hava almak için gidilmesi gereken bu köyler turistik mekanlara taş çıkartacak nitelikte.
Malkara kooperatifler birliğinden aldığım beyaz peynir ve kaşar peynirinin tadı da ayrı güzeldi doğrusu.
Kocaçeşme köy berberiÇamlıca köyü meydanıBahar gelince coşan morsalkımTadı enfes köy kahvesi çayıLeylek yuvası. Aslında içinde leylek var ama ayağa kalktığında yakalayamadım.
İtiraf etmeliyim şimdi pc başındayım ama içerden bir ses ” dışarı çıık” ” bisiklet süür” “geez” diye dürtüyor. Hele bir de yan taraftan Vivaldi’nin Bahar’ı çalıyorsa gelsin hayaller gitsin gezme planları. Eminim kimsenin itirazı olmaz bahar bir yılın en güzel mevsimi. Doğanın kendini tekrar yinelemesi gibi insanlar da kendilerini yeniliyor. Bahçesi olan şanslı insanlar domatesini ekiyor, çileğin etrafını kazıyor, sarımsaklarını çıkarıp biraz nadasa bırakıyor. Laleler, vişneler, manolyalar, erik ağaçları hepsi çiçek çiçek oluyor.
Efenim böylesine nefis bir mevsimde şunlar yapılmalı;
Yakın bölgede papatya, menekşe tarlası keşfi, ormanlara yakın bölgelerde düzlüklerde papatyalar tane tane olmaz, tarla tarla olur. Menekşe tek tüktür ama papatya tarlalarının arasında minik kafalarına rast gelmeniz olası. Yabanıl menekşelerin rengi görmeye alıştığımız menekşelerde biraz daha küçük ve soluk olur.
Bisiklete atlamaca, işte artık bahane yok. O bisiklet tüm kışı geçirdiği yerden çıkmalı. Zinciri yağlanmalı, paslarından arındırmalı ve yola çıkılmalı işte. Nereye gittiğiniz önemli değil çünkü bahar rüzgarı yanağınıza tatlı tatlı esecektir. Tabi sele o kadar tatlı esmeyebilir..
En yakın gerçek doğal su kaynağı, bu şekilde hitap etmem saçma ve komik ama suyumuzun kaynağını hiç göremememiz çok acaip değil mi? Hani bırakın Orhan Veli’nin bedava acı suyunu havasını.. Gerçek doğal kaynak su tadını unutacağız diye bile düşünüyorum. İçtiğimiz sulara göre biraz daha kireçli daha tok tok çünkü bu doğal kaynaklar. Gerçi bölgeden bölgeye değişiyordur..
Gerçek köy kahvesinde çay içme, ben normalde kahveciyim biliyorsunuz ama bu köy kahvehanelerindeki çayın lezzeti ve rengi bir başka yahu..Normalde çok yüksek meblalar ödeyip çayın tadını hiç beğenmediğimden içmiyordum. Ama köy kahvelerinde ucuza lezzetli çay keyfi sahiden bir başka..
Himalayalar 1920’li yıllardan beri – dağcılar daha iyi bilecektir ama – Tenzing Norgay, Sir Edmund Hillary gibi dağcıların Everest’i haritalaması ile daha bir ulaşılabilir konuma gelir. Annapurna ise Fransız asıllı Maurice Herzog’un 1950’lerde gerçekleştirdiği ekspedisyon sonrasında yazdığı ekspedisyon kitabı sayesinde ünlenir. Gerçi ünlenmesi tartışılır çünkü merak ve keşif bu güzelim bölgelere zarar veriyor mu vermiyor mu gibi sorular da mevcut. Ancak Annapurna ana kampta iken dağın kendisinden çatır çatır taş çatlama ve yuvarlanma seslerinin geldiği o heybetli ve ürkütücü zirveye o yıllarda Herzog ve ekibi nasıl tırmanmışlar hala aklım almaz.
Günümüzde Manang’a kadar yapılan yolu da dahil ettiğimizde işler kolaylaşmıştır. Artık Annapurna çevresinde yürümek çok kondisyon gerektirmeyen normal insanların da rahatça yürüyebileceği bir rota haline gelmiştir. Thorung La geçidi bu kadar kolay değildir tabi ama Himalayaların bu kısmı da erişilebilir haldedir kısacası.
Thorung La’yı geçmeye çalışan katırlar
ACAP hakkında
Annapurna bölgesi Nepal’in en büyük koruma bölgesidir milli park gibi düşünülebilir. ACAP’a (Annapurna Conservation Area Project) göre Annapurna’nın çevresi 220 km imiş ama oradaki yürüyüş birimleri yürüyüş saati olarak ifade ediliyor. Yani bir sonraki köy ne kadar mesafede diye soracak olursanız 5 saat yürüme, 7 saat yürüme gibi saat gibi cevaplar alacaksınız.
Uzun yürüyüş, trek, trekker…
Bu bölgenin “en”i Annapurna dağlarının etrafında ve ana kampına yürüyüş kısmı oluşturuyor. Bu yürüyüş tabi öyle sıradan bir yürüyüş değil. Öncesinden hazırlık yapmanız gereken uzun soluklu bir yürüyüş. Günlerce sabah 6’da başlayıp öğleden sonra 2,3,4, 5 veya 6 da sonlanacak inişi çıkışı bol, köprü geçişleri bol, yürümek dışında başka ulaşım metodlarının olmadığı bir yürüyüş. Sabah 6’da kalkamam demeyin çünkü doğanın verdiği enteresan denge sizi güneşin doğuşu ile beraber uyandırıyor hava kararınca da saat 7 civarı uykuya dalıyorsunuz. Sadece kendiniz ve sırt çantanızda elzem malzemeleriniz.. Uzun yürüyüş size denge, ruh – beden sağlığı bütünlüğü sağlamada yardımcı oluyor. Hele hele bu rota üzerinde doğallık namına herşey varsa daha ne isteriz ki hayattan..Çoğu sizi mistik seyahatte zannediyor 🙂
Nepal kültürü , yürüyüşçünün konfor beklentileri, konaklama biçimi olarak guesthouse
Nepal farklı farklı 100’e yakın etnik kökene sahip tam bir kültürler kazanı.. Taşıyıcı olarak bilinen Sherpa ise aslında bir etnik köken. İlk batılı dağcılara destek ekibi hep Sherpa milletinden olduğu için günümüzde hala en iyi rehber ve taşıyıcılar Sherpa’lar olarak addediliyor. Hinduizm ve Budizm Nepal’in öne çıkan inanışları. Belli yüksekliklerden sonra daha çok Budizm ve Tibet etkileri göründüğünden yoğun bir vegan kültürü var. Dolayısıyla doğaya ve hayvanlara oldukça saygılı bir toplum. Yanınıza ambalajlı malzeme alırsanız lütfen orada bırakmayın çünkü orada olduğu gibi kalıyor. Çöp toplama mekanizmaları yok. O yüzden ambalajlı bişey taşımamanızı öneririm.
Sık sık el yıkayabileceğiniz veya duş alabileceğiniz (ortak köy çeşmesi) akar suya erişiminiz kolay olmayabilir. Normalde Nepal halkı köy ortasındaki çeşmelerde soğuk su altında elbiseleri üstlerinde yıkanıyorlar. Hijyen anlayışları bizimkinden çok farklı. Kadınların saçları bu duruma rağmen sağlıkla parlıyor. Konfor ve hijyen beklemek sizi hayal kırıklığına uğratabilir.
“Guesthouse ” Türkçe’de tam ifade edemediğimiz bir konaklama türü aslında. Evi olanın ekstra odalarınını misafirlere açması şeklinde nitelendirebiliriz. Burada sizden alınan ücret genelde yediğiniz yemek ve içtiğiniz çaylar için oluyor. Kalmak içinse çoğunlukla ya ücret alınmıyor ya da cüzi bir ücret ekleniyor. Hemen hemen nereedeyse tüm guesthosuelarda yemek yeme alanları veya oturma odalarına benzer alanlar olduğundan diğer yürüyüşçülerle tanışma ve konuşma fırsatınız olabiliyor. Hatta neredeyse aynı günlerde aynı yerlerde olduğunuzdan bir grup edasında hareket ediyormuşsunnuz gibi aynı kişilere denk geliyorsunuz. Guesthouse’larda yatak dediğiniz ‘eğer varsa’ tek kişilik tahtaların yan yana getirilerek çakılması sonucu sizin üzerine uyku tulumu sererek kullanmanız bekleniyor. Burası biraz turistik hale geldiğinden bazen beyaz çarşaf bile bulabiliyorsunuz. Ama temiz suya ulaşım neredeyse lüks olduğundan neyin ne kadar yıkandığı tam belli değil.
Ne yenir?
Nepal’de temel besin maddesi pirinçten oluşuyor. Dal-bahat denilen en yaygın yemek türünü öğle akşam bıkıp usanmadan yiyorlar. Dal Bahat çoğu yerde farklı şekillerde yapılıyor ama temelde haşlanmış pirincin üzerine dökülen mercimek çorbası anlamına geliyor. Genelde de ufak bir haşlanmış patates ve ot eşlik ediyor. Çok lezzetli ve besleyici. Özellikle Himalayalarda dal ve bahat dışında bişey bulmak güç olabilir. Sabah kahvaltılarında turistler için un taşıdıklarından pancake gibi şeyler pişirebiliyorlar. Belli köylerde bal bulunabiliyor. Bal ve pancake çok çok iyi bir kahvaltı öğünü seçeneği oluşturuyor. Yükseklerde en pahalı besin maddesi meyve. elma yetiştiriciliği var ama çok az olduğundan çok kıymetli. Çay konusunda daha farklı seçenekleri var ama Zencefilli ballı çay popüler bir trek çayı. Benim favorim ise sarımsak çorbası. Sadece sarımsak ve su. İnanılmaz lezzetli 🙂 bulabildiğiniz yerde tatmakta fayda var.
Önemli bir başka öğe ise bu 23 günlük (Annapurna çevresi yürüme zamanı) yürüyüş esnasında içebileceğiniz temiz su kaynağı olmayacağından suyu ilaçlamak veya ACAP su istasyonlarında satılan reverse osmos sulardan satın almak.
Annapurna çevresinde yürümek nasıl bişey?
2011 yılında yaptığımız yürüyüş esnasında Manang çevre yolu* henüz yapılmamıştı. Dolayısı ile biz muhteşem bir manzara, sık sık uzakta beliren karlı zirveler, Sherpa kültürünün ayrılmaz öğeleri olan budist tapınakları, dua bayrakları, dua tekerleri, lamaların fotoğrafları, budist rahiplerin yetiştirildiği manastırlar, yaklar, altımızda derin uçurumlar barındıran incecik asma çelik halatlı köprüler, buz göleti daha nicelerini kendi gözlerimizle görme ve deneyimleme fırsatı bulduk. Burada esas olan her gün ortalama 4-7 saat yürüyebilecek enerji ve gücü kendinde toplamak. Binevi daha çok zihin disiplini gibi bişey.
Bir koruma bölgesi olduğundan buralara gelmeden önce Katmandu’da veya Pokhara gibi büyük şehirlerde turist ofislerine uğrayarak Trek (Yürüyüş) izni almak gerekmekte. Sık sık bu izinler ve tipleri değiştiğinden burada bahsetmem yerine o esnada yürürlükte olanı doğrudan merkezinden öğrenmekte fayda var. TIMS denen kart (Trekker Information Management System) yürüyüş yolu rotasında bir çok kez kontrol edildi imzalar atıldı, onu hep yanımızda taşıyıp ibraz ettik mesela.
Yanıma ne almalıyım?
Paketlenme ve yanınıza alacağınız eşyalar belki de bu seyahat planının en önemli öğesini oluşturuyor. Hafif sırtçantası işinizi ve yürüyüşünüzü kolaylaştırcaktır. Hani tuvalet kağıdının ortasındaki kartonu bile çıkartmakta ve her taşıdığınız şeyi tartıp biçmekte fayda var. Tartma derken gerçekten tartmayı kastediyorum. Ağırlık hesabı yaparken de her zaman + 1 litre de taşınacak su için pay bırakılmalı. Minik bir ecza deposu olmalı.Her gün öğleden sonra saat 2 gibi mutalaka yağan yamur için de iyi bir panço öneririm. Bizim listemiz şunlardan oluşuyordu:
KİŞİSEL MALZEMELER : 4 adet vesikalık fotoğraf (ikisi vize, ikisi trek permit için), 1 kısa kollu terleyen t-shirt (polyester), 2 uzun kollu terleyen t-shirt / içlik, 2 yürüyüş pantalonu, biri kalın , 1 alt içlik 1 yün kazak, İç çamaşırı, 1 polar, 1 goretex / yağmurluk, Alternatif : İnce polar, windstopper, panço, sağlam uyku tulumu, kafa feneri, güneş gözlüğü, çorap, yürüyüş botu, sandalet veya terlik, eldiven, baton, bere,matara, diş fırçası, sporcu havlusu (ince ve hafif olanlarddan), boyunluk (Buff gibi olanlardan)
PARTNERİNİZLE ORTAK OLABİLECEK MALZEMELER:Güneş kremi, Dudak kremi, Minik çakı, Fotoğraf makinesi, Minik şampuan, Diş macunu, Tırnak makası, Tuvalet kağıdı (1 aylık değil. Yolda alınabiliyor. Kalite düşük, ama taşımaktan iyidir.), Pil (fener için), Su sterilizasyon hapı
İLAÇLAR (Ecza deposu ) : Ağrı kesici, Vitamin, Yara bantları, Mide bulantısı için bişey, İshal ilacı, İrtifa hastalığı ilaçları, Ateş düşürücü / paresetemol, Batikon, Bandaj, Pamuk, Antibiyotik
Sol ortada minicik insanlara ölçek gözüyle bakabilirsiniz.Annapurna sıradağlarından bir görüntü
Karabuğday tarlasıBamboo ağacıBitki örtüsünün azalmaya başlaması ve artan yükseklikte yürüyüş patikasıMerdiven, merdiven ve merdivenÇifte gök kuşağı
Taş köyMeşhur bulmacaya konuk olan Tibet öküzü: YakRhodendron ormanıManang yolu kapısıGüzel guesthouselardan bir örnekBudist rahip yetiştirme okulu kapısı
Annapurna çevresi ve anakamp yürüyüş notlarımız ve detaylarımız:
1.Gün: 1400 metre irtifaya sahip Katmandudan Pokhara otobüsü ile Dumre’ye, Dumre’den Besi Sahar’a lokal minibüs, Besi Sahar’dan Bhulbule’ye daha da lokal minibüs ile yolculuk ettik. Gecelemeyi Bhulbule’de hemen köprü bitişiğindeki GuestHouse’da yaptık. Nepal halkının yaptığı gibi sokak ortası çeşmede yıkandık, İlk uzun çelik köprü geçişimizi gerçekleştirdik ve ertesi sabah bulutlar arasından ilk zirve manzarası bizi selamladı.
2.Gün: Ertesi gün 840 m irtifadaki Bhulbuleden başlayarak Ngadi, Bahundanda, Ghermu ve Syange köylerini geçerek Jagat’a 1330 m’ye ulaştık. O gece de rihter ölçeği ile şiddeti 6 olduğu söylenen bir deprem geçirdik. Ama kimse düzenini bozmadan işine devam etti zira en yüksek binalar zaten 2 alçak kattan oluşuyordu.
3. Gün: Jagat’tan sonra Chmaje, Tal, Karte, Dhrapaniyi geçerek Bakarchap’a ulaştık. Burada Tal geniş kumul vadi tabanında heybetli kapısıyla bizi karşılayan güzel bir köydü.Günün sonunda 2.160 m’ye ulaştığımızdan hava hızla soğumaya başladı. Bakarchap’ta soğuk su ile duş alabilinen kapalı bir oda yürüyüş sonunda çok iyi gelmişti. Köyün ortasında kıyafetler ile yıkanmak tam olarak temizlenmeyi engelliyor tabi :). Bu arada her defasında çamaşır ve çorap yıkıyarak ertesi gün sırtçantası dışında kurutmak inanılmaz pratik bir yöntem. Daha az çorap ve çamaşır taşırsınız.
4. Gün: Bakarchap sonrasında fazla irtifa almadık ama yine 3 köy geçerek Danaque, Timang, Koto, Chame’ye ulaştık. Burada sat 2 gibi bastıran sağnak yağmur yüzünden geceleme kararı aldık. Şansımza geceleme yaptığımız guesthouse’da Hindu dinine mensup bir grup lideri ve grubu ayin yaptılar. Ayin esnasında bağdaş kurarak biraz yukarıya oturmuş grup lideri mantralar eşliğinde (bize göre biraz kendinden geçerek) tören gerçekleştirdiler. Onlar da kutsal adlettikleri hac bölgelerine doğru yola koyulmuşlar ve birlikte, grup olarak hareket ediyorlardı. Enteresan bir deneyimdi.
5.Gün Telekhu, Bhratang, Dhukur Pokhari köylerini geçerek ve Pisang’ta konakladık. Bu günün en önemli özelliği Swarga Dwar (ruhların tırmandığı duvar) adlı kaya kütlesini geçmek oldu. Bu kayanın ölü ruhlarını yukarıya taşıdığı için kutsal adlediliyor ve üzerinde tırmanılmaya izin verilmiyor. Nepal’de bu tarz izin verilmeyen ve kutsal kabul edilen başka örneklere rastlamak mümkün. Sahiden çok ihtişamlı bir kaya.
6.Gün Ghyaru, Ngawal ve Mugje köylerinden geçerek Bragha’ya ulaştık. Bu rota aslında yolu uzatan bir yol aşağı pisang yolu diye kestirme bir alternatif var zamanı daha dar olanlar burayı tercih edebilir ama yukarı pisang yolu manzarası sahiden görmeye değer nitelikte. Tam karşınızda önce derin vadi sonra karlı zirveler arkanızda da taş örme duvarlı, dua bayrakları savrulan köy. Sırf bu manzara için Annapurna’ya gidilir. Bu köyde konaklama mevcuttu ancak fazla rüzgar aldığından öğle dal bahatımızı yiyerek yola devam ettik ve Bragha’da tahta’dan yapılmış bir guesthouse’da konakladık.
7.Gün 8.Gün 9.Gün Bragha’da konakladığımız Hotel Yak bizi uzaylı görmüş masum köylü gibi sevindirdi. Çünkü gün ışığında ısıtılmış su’da duş olanağı vardı. Ancak duş almak hem de hemen yürüyüş sonrası çok iyi bir fikir olmayabilir zira yol arkadaşım grip benzeri bir soğuk algınlığı yaşadı. İşte burada ecza deposunun önemi anlaşılıyor. Antibiyotik ve dinlenme tedavisi yapmaya başladık. Manang’a çok yakın olduğumuzdan sık sık buradaki Gompa (Tibet tapınakları), ayinlere katılma ve Buzul göller gibi minik yürüyüşler yaptım tek başıma yapabildim. Manang köyü Tibetten gelen tuz yolunun başında kurulu bildiğiniz tarihi bir köy.
10. Gün İrtifamız 3470 m seviyelerinden başlayıp her adım atışımızda biraz daha arttığından iyiden iyiye yüksekliğin etkilerini hissediyorsunuz. Bundan sonra tembel dağcı adımı, 20 adım yürü derin nefes al gibi taktikler oldukça işinize yarayacaktır. Taşıdığınız çanta biraz daha ağır gelecektir. Ağaç sınırını da geçtiğimizden gri taşların, yakların, rüzgar ve uğultunun sınırı başlıyor. Burada sadece bir tane guesthouse vardı. Yak kharga’nın biraz üzerinde olan bu hostelde gecelememizi yak yünlü battaniyelerin altında ve uyku tulumlarının içinde geçirdik.
11.Gün 4100 metrede olan Letdar köyünden yürüyüşümüze başladık hedefimiz ünlü Thorung La geçitinin bir altında bulunan Thorung Pedi geceleme köyüne ulaşmaktı. Burası sadece guesthouselardan oluşan ve Thorung La’yı geçmek için bekleyenlerin köyü diyebiliriz. Beklemelerinin sebebi havanın açık olduğu günlerde yola çıkmak. Yer yer kar olan, ufak ufak Thorung La geçidine giden yolu görebildiğiniz soğuk mu soğuk dar bir vadi tabanı diyebiliriz burası için. 4100 üstünde olduğunuz için harcadığınız efor oldukça yüksek. Çok derin bir vadi köprüsünü (200 m diyebilirim) geçerken çok zorlandık. Nihayet gecelemeyi rahat yapabildik.
12.Gün Bu en zorlu günümüz oluyor çünkü meşhur Thorung La geçitini aşacağız. 4100 metreden 5416 m’ye çıkarak bir de üstüne -1600 metre yapacağız. Bu da aynı gün içinde 1000 m irtifa alıp -1600 aşağı inmek demekti. Geçit yaklaşık 400 m civarında çarşakımsı bir tırmanış ile başlıyor. Sonrasında da tipi ve şiddetli rüzgarların içinde Tibetten tuz taşıyan katır sürüsü eşliğinde dağları delerek dünyanın en kötü görünümlü ama en lezzetli çayını 5416 metre irtifada yudumluyorsunuz. Sular da yükseklik dolayısıyla 80 C gibi bır ısıda kaynıyor ama yine size dünyanın en sıcak çayıymış gibi geliyor. Biz burada bir adet bar çikolatamızı yiyerek hafif ısındıktan sonra yolumuza devam ettik ve tebrik tabelasına eriştik. Tebrik tabelası şöyle bişey:
Her taraf dua bayrağı gördüğünüz gibi…İskender Iğdır anısına biz de bir dua bayrağı bağladık. Bu şaşalı karşılamada şöyle bir sanrınız oluyor “yihuu vihuu başardımm” Orada bulunan herkes birbirine sarılıyor, birbirini tebrik ediyor. İngilizce, İtalyanca, Nepalce ve anlamadığım farklı dillerde tebrikler havalarda uçuşuyor. Bildiğiniz herkes salt mutluluk yaşıyordu gerçekten. Bişeyleri başarmış olmanın garip sırıtması yüzünüze yerleşiyor diyelim. Ancak esas zorluğun inişte olduğunu ancak indikten sonra fark ettik. İnişte sarımsak çorbasını hak ettiğimizi ve çok acıktığımız gerçeğinden yola çıkarak hemen sarımsak çorbası yapan bir guesthouse bulduk. O sarımsak çorbası var ya yine dünyanın en lezzetli çorbasıydı. Chabarbu köyünü geçtikten sonra konaklayacağımız alan olan Muktinath köyüne ulaştık. Burası Hindu dininin mensuplarının kutsal saydığı meşhur bir tapınak grubuna ev sahipliği yapıyor. Tapınaklar ayrı ayrı tanrılara adanmış adaklar, pirinçler, bitkiler vb. değşik öğeler barındıran evcikler şeklinde. Bir de burada kutsal sayılan havuzlar ve çeşmeler var. Uzun yollar kat ederek günlerce yürüyen hacılar bu havuz ve çeşmelerde yıkanarak arınıyorlar. Hindistanın meşhur düşünen berduş-filozofları sadhularına burada da rastlamak mümkün. Üstelik iyi İngilizce konuşuyorlar. Bir tanesi bizi ona para vermediğimiz için bencillikle suçlayacak kadar İngilizce biliyor ve peşpeşe felsefi İngilizce cümleler sıralayabiliyordu.
13.Gün Artık Annapurna dağ sıralarının güney yamacında olduğumuzdan kurak ve çöl ikliminin etkileri iyiden iyiye hissediliyordu. 3.800 metre irtifadan başlayarak Ranipauwa, Jarkot, Kihngar köylerininin tozlu topraklı yollarını geçerek Kagbeni köyüne ulaştık. Artık bir jip ve motosikilet yolu olduğundan yanınızdan arabalar, motosikletler ve kafalarında dev pirinç çuvalları taşıyan hacı adayları geçebiliyor. Tozun etkisini iyiden iyiye hissettiğim için burada buffı komple yüzüme geçirerek yürümüştüm. Çok işe yaradı nispeten daha rahat nefes alabildim.
14.Gün 2840 metre gibi Nepale göre oldukça alçak sayılabilecek Kagbeni köyündeyiz artık. Burası Tiri’ye yakın bir köy. Tiri de Mustang bölgesi denen Tibet sınırına ev sahipliği yapıyor. Bu bölgeyi geçmeyin tehlikelidir, askeri bölge gibi bir çok uyarı karşınıza çıkıyor. Tibetten gelen bir nehir neyse ki bu çöl arazisini vahaya çevirebiliyor az da olsa ve muhteşem bir çöl,nehir,vaha manzarasına ev sahipliği yapıyor. Yine çöl rüzgarlarına benzeyen rüzgarlar eşliğinde yüzümüz tamamen kapalı Jomsom’a yürüdük oradan da dar bir Tata otobüsüne binerek Ghasa köyüne ulaştık. Bu yolculuk hayatımın en korkulu otobüs yolculuğu idi.. Sol taraf derin mi derin bir uçurum, minibüsün zar zor sığdığı bir yol ve üst katı tamamen doldurmuş Nepalli yolcular. İnsanlar sahiden maymun gibi çevikler.Doğrudan üstten atlamaları, tutunmaları ve sarkmaları…Beraber şarkılar söylemeleri…Anlatılmaz yaşanır 🙂
15.Gün Ghasa’dan yürüyerek tekrar yolculuğumuza başladık ve Tatopani köyüne kadar hep alçaldık. Artık Annapurna Ana Kamp yürüyüş yolunun rotasına giriyoruz. Tatopaniden sonra yine patika yollardan yükselmeye başladık ve bu sefer muhteşem taraçalandırılmış çeltik tarlalarından, kara buğday tarlalarından geçtik. Kara buğdaylar da o mevsimde pembe çiçekler açtığından güzelliğe güzellik katıyorlardı. O gece Shika denen köyde konakladık.
16.Gün Shika’dan yürüyüşe başladık hedefimiz Ghorapani’ye varmak idi. Normalde Lonely Planet’in önerisi Tatopani’den Ghorapani’ye tek bir günde ulaşmaktı ama biz aheste aheste gittiğimizden 2 güne yaydık. İyi ki de öyle yapmışız . Ghorapani bir çok kısa trek rotasının buluştuğu bir köy olduğundan çoluklu çocuklu kalabalık bir merkezde kendinizi buluveriyorsunuz. Ayrıca çocuğunu önüne katıp yürüyenleri ayrıca takdir ettim çocuklar dar patikalardan tek başlarına yürümeyi, düşmeyi, kalkmayı doğrudan bu sayede öğreniyorlardı. Anne baba müdahale etmiyor. Biraz aşağıda olduğumuzdan burada kutlama yaptık ve nefis enfes dev Everest birası içtik. İrtifa alırken bira içmek çok iyi olamayabilir ama onun dışında Everest Nepal’in güzel biralarından biri ve bir şişe iki kişiye rahat rahat yetiyor.
17. Gün Sabah saat 4 sularında uyanarak biz de meşhur Poon Hill manzarasını görelim dedik ama ne kalabalık ne bulutlar bize bunu müsaade etmedi. Thorung La ve Manang civarının muhteşem manzaralarından sonra gerek var mı bilemedik pek. Yolumuza Tadapani köyünden geçerek devam ettik ve Chilue köyüne ulaştık. Burası sık mı sık rhodendron ormanları ile kaplı ve çok fazla merdiven inip çıktığınız enteresan bir yürüyüş rotası. Her an maymun, maymunlar görmeniz olası.
18.Gün Rota nispeten boşalmaya başladı. Binlerce, binlerce (saymaya başladım sayamadım) basamak çıkıyorsunuz bu rotada. Basamakları çıkmak değil de bu basamakları yaparken-inşa ederken taşları nasıl taşımışlar diye düşünüyorsunuz. Kimrong, Daulung, Chomrong köylerini geçerek Sinuwa’da konakladık.
19. Gün Khuldirag, Bamboo, Dobhan, Himalaya köylerini geçerek Deurali’ye ulaştık ve burada konakladık. Bu rota da oldukça ormanlı, bataklıklı bir yol. Bendeniz yolda gördüğüm “böğürtleni” aa Himalaya böğürtleni diye yedim hemen. Yaklaşık 2 saat sonra da mide ağrısı çektim. Neyse ki hafif atlattım. Ormandan bişey yememekte fayda var kısacası 🙂 Bu rotada ayrıca MachuPichare (FishTail, Balık Kuyruğu) zirvesinin ilk manzarasını görüyorsunuz. Dev bamboo ağaçları manzarası da bonus.
20.Gün Bu gün de 2360 metreden 3.230’a yükseldiğimiz Machupichare Basecamp’i zaten Aklimatize olduğumuz için pas geçerek doğrudan Annapurna Bace Camp’e yürüyoruz (herkes kısaca ABC diye bahsediyor). MachuPichare’nin efsane manzarası eşlik ediyor size yol boyunca. ABC’ye vardığımızda bulutlu olduğundan bize kendini göstermemişti. Ama gece bir el beni uyandırdı saat 3 civarı kalk kalk manzara var diye. Gerçekten sıcak uyku tulumundan çıkıp giyinmek gibi zor bir olguyu başka bişey için yapmazdım sanırsam. Manzara inanılmazdı. Yıldızlara o kadar yakındık ki! 4 tarafımız beyaz dağ zirveleri ile kaplı, gürül gürül taş, buzul çatlaması ve dağ sesi..
21. Gün Aynı yoldan Pokhara’ya dönmek için yola çıkıyoruz. Bamboo köyünde konakladık.
22.Gün Bamboo köyünden Jhinu köyüne kadar yürüdük. Bu köyde kaplıca vardı.Ben kaplıcaya gideyim dedim. Biraz kalabalıktı. Bekleyenlerin arasında bir de maymun vardı. Bu sevimli maymun orada bekleyen insanlara dal atarak insanları oradan kaçırmaya çalıştı. Efsane bir andı :). İnsanlar kaplıcaya kıyafetleri ile girdiğinden biraz enteresan bir kaplıca idi ama yine sıcak suda pek duş imkanları olmadığından bu uzun yürüyüşün ardından bana çok çok iyi gelmişti.
23. Gün Jihnu’dan Birethanti’ye tarlaların arasından yürüyüş oradan da Pokhara’ya taşıtlı araçla gitmece.. Pokhara size sonradan inanılmaz medeni geliyor..
Gezgin dediğimiz insan her yerde uyuyabilir. Hava alanlarında, tren istasyonlarında, yıldızların altında, 5 yıldızlı otellerde…Neresi olursa.. Ama şu birbirinden ilginç 10 ortamda uyuyan gezgin mest olmaz da ne olur?
1. İsveç’te herhangi bir igloo
İgloo İskandinav ülkelerinin karakteristik evleri oluyor. Bir nevi sığanak demek. Çetin geçen kış koşullarında sığınmak için iyi bir seçenek oluşturuyor.Gezginlerin en çok ilgisini çekeceğini düşündüğüm igloo tipi ise termal camla kaplanmış olanlar. Düşünsenize, kar soğuk ve sessizliğin içinde siz sımsıcak kalabilecek ve nefes kesen kuzey ışıklarını izleyebileceksiniz.
2. Moğolistan Yurtları (çadırları)
Moğolistan’ın bitmek tükenmek bilmeyen yüksek düzlüklerinde at binmek dışında ne yapılabilir bilemiyorum ama yurtlarında kalmanın çok heyecan verici olacağına eminim. Oldukça yüksek düzlükülerde kurulan bu çadırlar göçebe yaşamın en önemli simgesi.
3.Viking Hotelleri
Bolca örnekleri ve çeşitlemeleri olduğuna emin olduğum Viking konsepti temsilcilerinden bir tanesinde bir gece geçirmek oldukça ilginç olabilir. Viking bardaklarında bira içip, masalarında oturarak eğlenip Thor çekici takmak ve kendini yarı Viking tanrısı hissetmek bünyeye iyi gelebilir.
4.Tren Vagonları
Yataklı trenler ve tren istasyonları hala bir çok gezginin uyuma alanlarını oluşturuyor. Ama bu sefer benim kastettiğim restore edilmiş vagonlar veya eski tren istasyonları. Örneğin vakti zamanında İstanbul’dan da geçen ünlü Orient Exprress’te kullanılan vagonlar artık konaklama hizmetlerinde kullanılıyor. İngiltere’de bu otellerin farklı versiyonları mevcut. Bu tarihi vagonların yaşanmışlıklarını ve yolculuklarının bir kısmını deneyimlemeye çabalamak oldukça sıradışı olabilir.
5. Buz Otelleri
Ruhun sanat açlığını besleyebilecek şekilde farklı farklı tasarlanan odaları ile buz otelleri cesur gezginlere hizmet veriyor. Eh biraz üşümek kimseye zarar vermez bence 🙂
6.Dev küreler
Fotoğrafını göreceğiniz dev küre aslında bir ağaç ev. Vancouver Kanada’da bulunan bir ağaç otel serisinin evi. Bu dev kürenin mimarı Tom Chudleigh’e göre aşağıdan yukarıya doğru yıkarak inşaa etme yerine asma tekniğini kullanırsanız yok etmeden o alanda yaşayabilirsiniz. Doğa ile dost bu dev kürenin içi ve etrafı büyülü gibi. . Eminim içinde kalma da öyle olur.
7.Jule’un denizaltı hoteli
Odanıza gitmek için 6 m scuba dalışı yapmanız gereken bir yaşam alanı desem size? Sonrasında da odanızdan rahat rahat akvaryum izler gibi denizaltını izleyebilirsiniz. Bir zamanlar su altı laboratuvarı olarak hizmet vermiş bu otel Florida A.B.D.’de..
8.Mardin taş evleri
Yazın sıcaktan koruyan, kışın da ısıyı muhafaza eden taş evler gezginler için iyi bir alternatif. Mardin taş evlerinde konaklayıp güzel bir manzaraya ve güne başlamak..
9.Baobab kulübeleri
Bir ağaç türü olan Baobab adını taşıyan bu kulübe tipi konaklamalar Afrika’da gezginlerin ilgisini çekeceğine emin olduğum farklı bir tarz sunuyor.
10. Kanalizasyon Betonu
Avusturya Ottensheim’da yer alan bu otel bildiğiniz beton dev kanalizasyon kanallarından oluşuyor. Tuna nehri kıyısına konuşlanmış bu otel alanının en iyi noktası ise fiyatına sizin karar veriyor olmanız. Dolayısı ile Avusturya gezginleri için uygun bir alternatif olabilir.
Kançencunga dağı 8586 m. yüksekliği ile dünyanın en yüksek 3. zirvesi. Hindistan ile Nepal arasında bulunan bu dağın zirvesine Nepal’ın belkide en yoksul sayılabilecek bölgesinden ve köylerinden geçtikten sonra ulaşabiliyorsunuz. Ana kamp hedefi ile yola çıktığımız rotada bizi yeşile doyuran çeltik tarlalarından, musmutlu çocukların çıplak ayakları ile takıldıkları tozlu çamurlu köylerden geçtik. Normalde çocuklara özel bir sevgi beslemeyen ben bu çocuklara hayran kalmıştım. Çünkü çocuklar sınırsız gülüyör, sümüklerini istedikleri gibi akıtabiliyor, o çelimsiz zannettiğimiz halleriyle bizim zorlandığımız bölgeleri seke seke geçiyorlardı. Bu çocuklarda inanılmaz bir rahatlık ve güç vardı. Çocukça ve çok masum bir özgüven.. Şehirli ya da batılı çocukların çıtkırıldığımlığından çok uzaklardı. Ben de belli bir noktadan sonra çocukları gözlemlemeye ve izinlerini isteyerek onları fotoğraflamaya başladım. Şu güzel ve gözlerinin içi gülen çocuklara bakın..
Geri döndüğümde ise başka bir gezginin sayfasında paylaştığı şu çarpıcı kampanyayı gördüm.
Bu kampanya Kamboçya için hazırlanmış bir kamu kampanyası. Bu dilemmayı sizlerle paylaşmak istedim.
Nedendir bilmem ama “yurtdışı tatil” deyince hep akla ilk Roma gelir. Galiba vakti zamanında Audrey Hepburn’lü Vacanza Romana filmi ile iyi PR yapmış İtalya ve Roma akıllarda iyi tatil diye bir yer edinmiş.
Bendeniz ise İtalya ile ilgili ilk yazımın mutlaka Cinque Terre olmasını istedim. Çünkü içinizi kıpır kıpır edecek romantik* alanlara, inanılmaz doğal güzellikte kıyılara ve mini mini trek rotalarına sahip bir bölge burası. En önemli özelliği ise köyler arası ulaşımın sadece trenlerle yahut yürüyüş ile yapılıyor olması.
Tren yolculukları öyle güzel ki.. Tren çok sık tünellere giriyor.Riomaggiore Monteresso’ya yürüyüş rotasından bir fotoğraf.Vernezza -Manarola köyleri arasındaki yürüyüş yolunun başlangıcından Vernezza köyü manzarası.
Cinque Terre İtalyanca’da beş köy anlamına geliyor. Riomaggiore, Vernezza, Manarola, Corniglia ve Monterosso köylerinden oluşuyor. Sarp kayalıklar üzerine inşa edilmiş evler, estetik keşmekeş yaşam stili ve şirin kayıklara ev sahipliği yapıyor bu köyler. Henüz Amerikalılar dışında çok tercih edilen bir destinasyon olmadığından gerçek İtalyanlar ve onların gerçek yaşamlarına tanık olabiliyorsunuz.
İtalyan sahillerinin güzelliği, bakımlı balıkçı kayıkları, üzüm bağları, limon ağaçları, renk renk begonviller, şarap, insanların neşesi bir araya gelince aşk olmaz da ne olur? Bu aşk’ın en kıymetli malzemesi ise köyleri birbirine bağlayan tren yolculukları. Tren’in düdüğünü duyduğunuzda sevdiğinize kavuşmak için yola çıkmaya hazır oluyorsunuz…
Yemek açısından asla sıkıntı çekmezsiniz. Pizzalar, deniz ürünleri ve şarapseverler için Toscana bölgesinin leziz şaraplarını kolaylıkla iyi fiyatlara bulabiliyorsunuz. Benim oradaki en sevdiğim yemek mekanı Vernezza’daki Geleteria (Dondurmacı) oldu. Yerini tarif etmeyeceğim çünkü önünde bekleyen insanlardan ve dükkanın etrafında mutlulukla dondurma yiyen turistlerden kapısını bulmanız hiç zor olmayacaktır. O dondurma öyle efsane bişey ki bir seferinde üst üste 18 top yemeyi başardım. Üstelik bu 18 topun her biri farklı aromaya sahipti. Genci yaşlısı, yerlisi yabancısı herkesler dondurmayı yalayarak yemenin tadına varıyor desem abartmış olmam.
Tren ve yaya yolu dışında öteki ulaşım metodları zor -Riamaggiore’de karayolu var- başka bir deyişle seyrek . Dolayısıyla bu beş köy doğa sever yürüyüşçüler için bire bir.. Yürüyüş rotaları- daha doğrusu patikaları- yer yer tepe yamaçları üzerinden , sık sık yamaç sırtlarından , bazen sahillerden, şarap bağlarından geçmece şeklinde. Tabi bu patikalar dik yamaçlarda olduğundan sık sık toprak kayması, erozyona uğruyor. Dolayısıyla yürümek için yola çıkmadan önce mutlaka yolun açık olup olmadığı teyid edilmeli. Bazı noktalara check point yerleştirilmiş ve geçmek için 7€ gibi bir ücret ödüyorsunuz.
Manarola köyüKayıkların hepsi İtalyan şıklığını yansıtan örtülere sahip.Bu geçit sahil – Vernezza köyü arasında.Montorosso köyü
Cinque Terre La Spezia iline bağlı ve aslında baktığımızda bu il pek çok destinasyona sahip geniş bir bölge. Amma velakin gel gör ki bizim ahali tutturmuş bir Portofino diye sadece Portofino’ya gidiyor Cenova üzerinden. Sonra bir bakıyorsunuz Portofinoda her yer Türk İtalyan yok :). Akabinde Portofino’da kahve keyfi paylaşımı yapmak isteyenler latte diye kahve sipariş edip karşılarına süt gelince ama aaaa ben süt siparişi vermemiştim sütlü kahve istemiştim gibilerinden vukuatlar yaşıyorlar. Efenim lütfen yapmayınız etmeyiniz. İtalya’da latte sipariş ederseniz masanıza sadece süt gelir o da kahve içermez. Kahveseverler aman diyeyim.
*Yazar burada hem Romantizm akımını hem de anlam kötülmesine uğramış hali olan Romantikliği kast etmektedir.
Romantizm akımını şu resim çok güzel ifade ediyor. Bir de alta bir tanım ekledim.
1790‘dan yaklaşık 1850‘ye kadar Avrupa‘da edebiyatın müziğin felsefenin görünümünü köklü bir şekilde değiştiren ve resimde bir yenilenmeye yol açan romantizm (fr. romantisme), belli bir tanıma girmeyen niteliğini korumakla beraber, var olmanın özgür bir ruh hâlini işaret etmektedir. Ortaya çıkışında ise 1789 Fransız İhtilali sonrasındaki toplumsal, siyasal ve düşünsel yapının etkileri vardır.
Sizin de kurban bayramlarını uzakta geçirip kendi kendinize kalma isteğiniz var ve paranız mı az ? O hal iyisimi yakın komşularımızdan biri olan Yunanistan’a gidelim. Ama bu sefer çok büyük bir değişiklik yapalım. Bisikletimizi alalım.. Bisiklet yakıt istemez, mama istemez, feribotta yanınızda götürdüğünüzde sizden ek ücret istenmez ama sıkı durun ,,, sizi taşıyabilir.. Daha ne isteriz ki hayattan?
Neyse , Ayvalık’tan kalkan Midilli feribotuna bisikletimizle atlayıp balıkların limanda bile kımıl kımıl yüzeyde yüzdüğü Mythillini’ye geçiyoruz. Kasaba dar sokakları, sempatik kafeleri, kilisesi, frappeleri ile tam bir mini Yunan kenti havasında. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen güneşin tadını ekim ayında da rahat rahat çıkarırsınız, Rum taş evlerinin arasında dolaşırken de serinlersiniz.
Bir de bakmışsınız her yerde Türkçe konuşuluyor, kafelerde Türkçe menüler var vs.. Türkler Mythillini için önemli gelir kaynaklarından biri.. Gitmeye devam.
E biz hani buralardan uzaklaşmaya çalışıyorduk.. Orası da Türkiye gibi diyorsanız elinizde bisiklet var ve saatte ortalama 15 km ile uzaklaşmak mümkün herhangi bir yöne :).. İki yön var .Birincisi Ouzo içkisinin en meşhur cinsinin yapıldığı Plumari yönü diğeri ise adanın kuzeyinde yer alan plajları ile ünlü Petra kasabası. Biz Petra yönünü tercih ettik.
Kıpraşan balıklar ve MythilliniBu evin yanına bisiklet çok yakıştı
Bisikletli manzara sahiden eşsiz çünkü yavaş gidiyorsunuz ve gözlemleyebiliyorsunuz. Zeytin bahçeleri, taş evlerden oluşan köyler, köy kahvehaneleri önünde oturuşan yaşlı bastonlu amcalar, deniz izlemeye gelmiş yazar kılıklı entellektüeller.. Ne ararsanız var gibi. Aslına bakarsanız Ege köylerinden hiç mi hiç farkı yok . Yalnızca burada evler gözünüze BETON, BETON diye baağırmıyor.. Taş ev olmalarına rağmen çok estetik ve şirinler. Her bir evde bahçe var ve bahçe estetiği, bahçe bina kombinasyonu estetiği göz dolduruyor.
Yemekleri de başka yerlere kıyasla çok çok iyi. Deniz ürünleri çok bol ve fiyatları uygun. Dolayısıyla seçimler hep deniz ürünlerini tüketmek yönünde oluyor. Hele o Grek salata yok mı? Yani devv feta, kekik, zeytinyağı, koca koca doğranmış domatesler, biberler ve soğan bu kadar lezzetli olabilir mi? İnanılmaz! Midilli’de zeytini denizin içinde salamura ediyorlarmış tadı bana biraz yabancı ve uzak geldi.
İşte böyle bir koyu baştan başa bisikletle geçebilir yorulunca da bir pansyionda konaklayabilirsiniz.
Hani yeşilin ve çimlerin ferah güzel, pozitif bir yönü vardır. İyi hissedersiniz çime basınca, böyle kötü elektrik ayağınızdan olduğu gibi akar gider.. İşte çimlerin bu pozitif etkisini 20 ile çarpın İrlanda’nın çimlerinin etkisini belki yakalar. Yani öyle çıplak ayakla falan da basmanız gerekmiyor, salt gözlerinizin o çimleri görmesi yeterlidir. Hele sabahın ilk ışıkları ile üzerinde kırağı damlaları birikmiş çimler var ya… Yeme de yanında yat :). Şu fotoğraflar çimlerin güzelliğini yansıtmaz ama belki bir fikir verebilir:
ÇimÇim ve Dere yanyanaEnfes deniz manzarasında otlayan koyunlar ve çimenCliffs of Moher çimi
İşte İrlanda’nın koyunları bu güzellik tarifi zor çimlerle beslenen, sabahları kırağlı ortamlarda zıplayan, birbirlerinin çimini kıskanmayan süper mutlu koyunlar. Hayvanlar, bir türlü beslendikleri çimlerden kafalarını kaldırmıyorlar. Homini gırtlak yiyorlar. Yağmur, yağmur, yağmur demeden ( yağmur, kar, çamur diyemiyorum sadece yağmur var) kafalarını kaldırmadan o şekil yaşayıp gidiyorlar. Büyük bir ciddiyetle yaşıyorlar. Sincaplar gibi mesela, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbirşey beklemeden. Yani bütün işleri güçleri yaşamak.
Asilzade koyunlarMeeCam arkasından yağmurda da kafalarını çimlerden kaldırmayan mutlu koyunlar
Tahmin edeceğiniz üzere İrlanda’nın koyununu çok sevdim. İnsanlar orada koyunlarına bile birey gibi davranıyor. Genelde eti yerine, birbirinden lezzetli 2500 çeşit (bu rakamı atıyorum) tereyağ gibi süt ürünleri için sütlerini kullanıyorlar. Bence bu koyunların en enteresan özelliği zıplıyor olmaları. Benim çocukluğum köy ortamında geçti ve çok meeleyen ve birbirini tepikleyen koyun gördüm. Ama çayırları, dereleri seke seke geçeni görmemiştim.
İrlanda eğer destinasyon olarak seçiliyorsa özellikle kuzeyde Kuzey İrlanda Belfast, Giant Causeway etrafında, batıda da Galway Cliffs of Moher civarında başlarını çimlerden bir an bile ayırmayan koyun gözlemciliği yapılabilir. Tabi bu sempatik koyunlar genelde çitlerle çevrili alanlarda yaşıyorlar ve mülk içindeler. Dolayısı ile özel mülke girmeme adına dikkat edilmeli.
El Greco View of Toledo yahut Winter is coming esintisi var..
İstanbul’u yaşayanlar bilir. İstanbul yorgunluğu diye bişey vardır. Şehir belli bir süre sonra üstünüze üstünüze gelir ve en kısa zamanda kendinizi uzaklara atmak istersiniz. Destinasyon seçerken hele de yanınızda Yunan kültürü, eski Rum köyleri, mübadele gibi konularda bilgi sahibi biri var ise dayanamaz kendinizi şirin mi şirin Trilye, Tirilye yahut Zeytinbağında bulursunuz. Burası Bursaya bağlı Gemlik körfezine deniz kıyısı olan ve eskiyi, eskileri yansıtan bir köy.
Köyün ana caddesiMübadele sonrasında yerleşenlerden yığma duvar örneği bir evEvlerde renk uyumu ve mini balkonlar
Burada yaşam sokaklarda… İnsanlar sokaklarda sosyalleşiyor, sokaklarda uyuyor, evlerinin önünde bulunan banklarda oturuyor, sohbet ediyor ve kışlık salçalarını yapıyor.. Bizim gittiğimiz gün meğer salça yapım günü imiş. Her sokak başında salça yapılıyor, tüm köyü mis gibi domates ve mis gibi odun kokuları sarmış. Bisikletlerle dar sokaklardaki rampaları nefes nefese aşmaya çalışırken acaba burayı gezerken insanların yaşamına müdahele mi ediyorum diye düşünmekten kendimi alamadım. Ama sıcakkanlı insanlar hoşgeldiniz’in yanında “bi ekmek kapıver de banıver salçaya gari” demez mi.. Eziliveriyorsunuz.
Koca kazanları genelde erkekler durmadan karıştırıyor ve dibinin tutmasını engelliyor..Sokakta uyuyan güzel
Bu köy 1923 yılında Mübadele ile boşaltılmış köylerden. Rum evleri ve Türk evleri birbirinden çok kolay ayrılıyor. Rumlar evlerini taştan inşaa ederken Türkler yığma evler ve ahşap evler inşaa etmiş mübadele sonrasında. Mübadele ile gelenler ise çoğunlukla Girit adasından gelmişler. Zeytinciliği iyi biliyorlar ve temel geçim kaynakları olarak devam ediyor.